Kadınların, sosyal içerikli ibadetleri ve şahitliği konusu, İslâm hukukunda tartışmalı konulardan biri olup genelde İslâm’a karşı eleştirilerin temelini teşkil etmektedir. İnsan, sosyo‐kültürel bir varlık olması nedeniyle, pratik eylemleriyle ait olduğu toplumun değer yargılarını yansıtır olduğu da bilinmektedir.
Toplumu oluşturan bireyler, bu sosyo‐kültürel etkiler vasıtasıyla değer yargılarını ve ön kabullerini, dinî söylemlere de dönüştürebilirler. Bu dini söylemler, tarih boyunca kadınları, cinsiyet ayrımına dayalı eşitsizlik ve haksızlıkla karşı karşıya bırakmış olduğu düşüncesi de bulunmaktadır.
Öyle ki Kur’ân’ın ruhuyla, İslâm Peygamberinin pratik uygulama ve söylemleriyle çelişen ve kadınların aleyhine gelişen bu durum, toplumların sosyo‐kültürel yapılarında belli oranlarda da zemin bulmuştur. Genelde sosyo‐kültürel etkiler nedeniyle kadınlar aleyhine bozulan bu dengenin, vahyin ilgili mesajlarının, sosyal realiteler ışığında yeniden yorumlanmasıyla kurulacağı da kuşkusuzdur.
Esasen İslâm, kadınların, sosyal içerikli ibadetlere iştirak yükümlülüğü ve şahitliği konusunda, cinsiyet farkı gözetip gözetmediği konusunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bu bağlamda tarihten günümüze ötekileştirilen, özüne dahi yabancılaştırılan ve ikincil konuma itilen kadınların, sosyal statüleri tarih boyunca hep merak konusu olmuştur.
Tarihten günümüze kadınlar, bu genel kabullerden hareketle, toplumsal hayatta, sosyal içerikli ibadetler ve şahitlikleri konusunda âdeta dışlanmışlardır. Kadınların sosyalleşmelerinin önünde engel teşkil eden bu durumlar, sosyal içerikli ibadetler ve şahitlikle ilgili iştirak yükümlülüklerinin olmamasından ziyade, onlara verilen ruhsatın kapsamının genişliğinin zamanla (sosyo‐kültürel faktörlerin etkisiyle de) yasağa dönüştürülmesinden kaynaklandığı sanılmaktadır.
Naslarda kadın ve erkek arasında mükellef olma bakımından bir ayrıcalık bulunmazken; bu mükellefiyetleri yerine getirmede (fiil/eda ehliyetinin ifasında) fıtratın getirdiği farklılıklar, yer yer bu yükümlülükleri de kaldırmaktadır. Bu durum da kadınların sosyal içerikli ibadetlere iştirak yükümlülüklerinin olmadığı gibi bir algının doğmasına neden olduğu da sanılmaktadır.
Bu algı da zamanla bireylerin, bilinçaltında genel kabullerini oluşturmuştur. Bu sosyal realiteler karşısında genel veya özel normların mahiyetlerinin ve bağlayıcılıklarının, yeniden yorumlanması da gerekmektedir. Kadınların, beş vakit namaz, cuma, bayram, cenaze namazlarına iştirak yükümlülüklerinin olmadığı algısı, bu genel kabullerin açık bir göstergesi olsa gerektir.
Keza bazı konularda kadınların şahitliğinin kabul edilmemesi, tanıklığı kabul edilebilecek alanlarda ise, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olduğu veya istisnai durumlarda bir kadının şahitliğinin geçerli olması gibi durumların, nassın nihâi yorumu olup olmadığının tespitinin de yapılması gerekmektedir.
Bu bağlamda İslâm kültür tarihinde oluşan geleneğin birçok yönüyle yeniden değerlendirmeye tabi tutulduğu günümüzde, fıkıh mirasımızdaki bazı içtihatlar ve görüşlerin de tartışmaya açılması doğaldır. İçerisinde yaşanılan çağın şartlarına ve problemlerine göre üretilmiş fıkhı çözüm ve içtihatların, günümüzün şartlarına uygun biçimde güncellenmesi yürürlük açısından önem arz etmektedir.
Üretilmiş fıkhi çözüm ve içtihatlarda, aşırı muhafazakâr tutum, nihilist ve deist gençliğin yetişmesine zemin hazırlayabileceği malumunuzdur. Zira problemleri çözemeyen bir İslam hukuku, tarihte kalmıştır. Günümüzün problemlerini çözemeyen bir hukukun, yürürlülüğü mümkün de değildir. Bunun için içtihat farz nitelikli bir faaliyet olup canlı kalmanın bir yoludur.
Sonuçta İnsan, sosyo-kültürel bir varlık olması nedeniyle, pratik eylemleriyle ait olduğu toplumun değer yargılarını yansıtır. Toplumu oluşturan bireyler, bu sosyo-kültürel etkiler vasıtasıyla değer yargıları ve ön kabullerini dinî söylemlere dönüştürebilir. Bu tür dinî söylemler ve sosyal algılar, tarih boyunca kadınları, cinsiyet ayrımına dayalı eşitsizlik ve haksızlıklarla karşı karşıya bıraktığı söylenebilir.
Kadınların, sosyal içerikli ibadetleri ve şahitliği gibi hukukî konularda farklı statülerde görülmesi, son yüz yıllarda diğer toplumlar tarafından da daha da merak konusu olmuştur. Naslarda dini emir ve yasaklara muhatap olma noktasında kadın ve erkek arasında bir farklılık bulunmazken; bu mükellefiyetlerin ifasında fıtrattan kaynaklanan psikolojik ve fizyolojik farklılıklar, zaman zaman bazı yükümlülükleri kadınlardan kaldırmakta olduğu bilinmektedir. Bu durum, zamanla kadınların sosyal içerikli ibadetlere iştirak yükümlülüklerinin olmadığı gibi bir algının da doğmasına neden olduğu sanılmaktadır.
Kadınların aleyhine gelişen bu durum, Kur’ân’ın ruhuyla, İslâm Peygamberinin uygulama ve söylemleriyle çeliştiği halde, toplumların sosyo-kültürel yapılarında belli oranlarda zemin bulduğu görülmektedir. Kadınların sosyalleşmelerinin önünde engel teşkil eden bu durumlar, kadınları, sosyal içerikli ibadetlere iştirak yükümlülüklerinin olmamasından ziyade, kadınlara verilen ruhsatın kapsamına dair genişliğin zamanla yasağa dönüştürülmüş olduğu kanaatindeyiz. Saygılarımla.