Ankara’da sıradan, soğuk bir hafta içi günüydü. Hasan okula doğru hızlı adımlarla ilerliyordu. Aklında devamlı tekrar eden soru: “10 dakika erken çıksam ne vardı sanki?”. Ama olan olmuş Hasan yine geç kalmıştı. Lisesinin kapısı göründü. Laktik asidin iyice biriktiği bacaklarındaki son dermanla, hızlı adımlar atmaya var gücüyle gayret ediyordu. Belki de ilk dersin öğretmeni sınıfa girmeden yetişebilirdi. Hasan iyice hızlandı ya da ona öyle geliyordu. Lisenin bahçe kapısından Kasım rüzgârlarıyla birlikte içeri girdi.
Okulda hissettiği sessizlik hiç hoş değildi. Dersler başlamıştı. Koca lise ne kadarda ıssız görünüyordu. Oysaki tüm öğrenciler yani, zamanında uyanabilenler sıralarında kaygısızca yerlerini almışlardı. Özellikle kalorifer peteklerinin sıcak komşuluğunda oturanlar daha bir güvenle kurulmuşlardı sıralarına. Hasan’daysa geç kalmışlığın pişman düşünceleri endişe vericiydi. Ne diyecekti şimdi öğretmenine? Bir an önce, o da sırasının güven veren tahtasına dayayabilseydi sırtını keşke.
Issız lise koridorunda sınıf kapısının önündeydi şimdi. İçeriden belli belirsiz sesler geliyordu. Hem geç kalmıştı, hem dersi bölecekti. Ne diyecekti? Öylece kapının önünde kalmıştı. Kaçış yoktu. İstemeye istemeye çaldı kapıyı. İçerdeki boğuk sesler kesildi. Birazdan sınıfta tüm bakışlar Hasan’a yoğunlaşacaktı. Yüzünde mahcubiyet maskesiyle kapıyı açtı, içeri girdi. Gözleri öğretmeni aradı. Öğretmen masası boştu, tahtada da değildi öğretmen. Sınıfa döndü, sıraların arasında da göremedi öğretmeni. Sessizce Hasan’a bakan sınıf, kapıyı çalanın kim olduğunu öğrenmenin ardından, hafif uğultulu, bol fısıltılı konuşmalarına umarsızca geri döndü. Öğretmen yoktu! Hasanın mahcubiyet maskesi düştü, rahatlama tebessümü soğuktan kızarmış yanaklarına kadar yayıldı.
Birazdan nöbetçi öğretmen geldi. Beden eğitimi öğretmeni Hikmet hoca. Sert görünüşlüydü ama öylesine sıcak, öylesine babacan bir gülümsemesi vardı ki. Güven verirdi çocuklara. Başı sıkışan bir öğrencinin aklına gelen ilk isimdi. Okumaları için sınıfa bazı önerilerde bulundu. Ve öğretmen masasına oturdu. Masaya oturduktan sonra cep telefonunu çıkarmadı. Çünkü o yıllarda henüz cep telefonları yoktu. Ve o yıllarda öğretmenler çok kitap okurlardı. Çantasına eğilen orta yaşlı beden eğitimi öğretmeni Hikmet, yarıda kaldığı kitabını keyifle çantasından çıkardı. Adeta okşarcasına çevirdiği sayfalarla kaldığı yeri buldu. Kitabının dünyasına daldı gitti. Baba adamdı Hikmet öğretmen.
Biraz okuma, biraz fısıltılı sohbetlerle geçen boş derslerin ardından, öğlen yemeği teneffüsü gelmişti. Hasan kantinin yolunu tutmuştu bile. Birazdan o yılların en lezzetli menüsüne kavuşacaktı. Düşündükçe ağzı sulanıyordu. Açlıkla kantine attığı her adım keyif veriyordu. Çünkü lezzet fırtınası Hasan’ı bekliyordu. Düşündükçe, adım attıkça daha da acıkıyordu. Yemek hayallerinin arasında bir soru gittikçe daha da su yüzüne çıkıyordu: “Kantin bu kadar uzakta mıydı?”
Hasan mutluluktan gözleri kısılmış vaziyette, ağzını şapırdatarak lokmalarını çiğniyordu şimdi. Öylesi güzeldi ki bu lezzeti damağında dolaştırmak. Muhteşem menüsü simit ve ayrandı. Çıtır simidini ağzında yuvarlarken, üzerine yudumladığı ayran. Baştan çıkarıcı lezzet kombinasyonunda kaybolmuştu. Şu an Hasan dünyadan kopmuştu.
O da ne? Sınıf arkadaşlarının ileride toplandığını ve dikkatle bir şeyler konuştuklarını gördü. Karnı da doymuştu. Toplanan bir kalabalık olduğuna göre, mutluluk verici etkinlik için her şey hazırdı: Japon Kale. Üç beş oğlan çocuğu ve bir top varsa eğer, eğlenceli dakikalar birazdan başlayacak demekti. Yemeğin verdiği enerjiyle arkadaşlarının yanına koştu.
Oğlanlardan biri elinde plastik topu tutuyordu. Ama kimse henüz kendi kalesini kurmuyordu. Konuşmalar devam ediyordu. Demek ki mevzuular derindi. Bu kadar derinse bir muhabbet, Hasan mevzuunun ne olduğunu tahmin etmekte gecikmedi. Konuşulan kız meselesiydi.
O sene sınıflarına yeni katılmış bir arkadaşa yönelmişti tüm bakışlar. Adı Berkut’tu. Hasan çocuğu şöyle bir süzdü. Eli yüzü temiz derler ya hani, aynen öyle bir çocuktu. Yüzünde mahcup hafif bir gülümsemeyle hem bir şeyler anlatıyor, hem de diğer çocuklardan gelen yorumları dinliyordu. Mevzuu iyice aydınlanmıştı şimdi. Berkut’un yüzündeki ahmakça gülümsemeye bakıldığında, bir kıza aşık olmuştu. Çevresindekilere bunu anlatıyordu. Duyduğu heyecan gönlünden dışarıya taşıyordu besbelli.
Hasan önce sadece dinledi. Hiç yorum yapmadı. Yapısı böyleydi. O önce hep dinlerdi. Öğrenirdi, anlamaya çalışırdı. Eğer bilgisi dahilinde edebileceği söz varsa, yerine göre fikirlerini de paylaşırdı. Berkut’un safça heyecanıyla, yüzündeki samimi ahmak gülümseyişle sevdiği kızı anlatması hoşuna da gitmişti doğrusu. Evet, bu çocuk eli yüzü düzgün, sağlam bir çocuktu. Ama meşhur aşık Mecnun’un yaptığı hataya düşmüştü. Bağıra çağıra kalbindekini her yerde, herkese açmıştı. Oysaki meşhur Leyla bile kızmıştı Mecnun’a. Niye kurda kuşa aşkımızı anlattın diye. Mesele bu aşkı içinde yaşayabilmekti, tüm baskısına rağmen içinde o büyük patlamayı göğüsleyebilmek, acısıyla tatlısıyla onu tatmaya cesaret edebilmekti. Leyla’ya göre, aşkın ateşi yaktıkça herkesten yardım istemek kolaya kaçmaktı. Hem iyi niyetlisi vardı, kötü niyetlisi vardı. Neyi, ne zaman, nerede söyleyeceğini iyi seçmeliydi aşıklar.
Hasan o sırada henüz Leyla’nın bu serzenişini bilmiyor olsa da, Leyla’yla benzer düşüncülere sahipti. Yine bu kadar afili kelimelerle olmasa da, benzer sözcükler vardı zihninde. Berkut’la ilk yalnız kaldıklarında, dilinin döndüğünce bu düşüncelerini kendisine anlattı. Berkut ilgiyle dinledi yeni arkadaşını. Bir başkasının kendini böyle samimice düşünmesi, kendisiyle böyle dürüstçe konuşması çok hoşuna gitti. O içten konuşma, iki arkadaşın çok uzun sürecek kıymetli dostluklarının ilk adımı oldu.
Berkut ve Hasan ilerleyen günlerde sıra arkadaşı da oldular. Öğretmenler ikisini her fırsatta ayırsa da, bir yolunu bulup aynı sırada oturmayı başarıyorlardı. En sonunda öğretmenler de vazgeçti bu iki dostu ayırmaktan. İkisi de akıllarına bir şeyi koydular mı, onu mutlaka gerçekleştirirlerdi zaten. Öğretmenlerine en ufak saygısızlık yapmazlardı. Çalışmak için kendilerini parçalamasalar da, parlak zekâlarını yeri geldiğinde ustaca kullanmasını biliyorlardı. Sosyal zekâları da yüksek olunca, tüm öğretmenlerin sevdiği iki afacan öğrenci olmuşlardı.
Yavaş yavaş önce sıra arkadaşlıklarını ilan ettikten sonra, şimdi oturacakları sıranın yerini belirleyeceklerdi. Sıranın yerini belirleyen ise Berkut’un aşkı oldu tabii. Ahsen’in oturduğu sıranın hemen arkasındaki yeri ele geçirmeleri uzun sürmedi. Neden Ahsen’in hemen peşindeki o sıra? Çünkü Berkut’un gönlü de hemen Ahsen’in peşinde atıyordu.
Ahsen soğuk davranmıyordu Berkut’a ama sadece arkadaşız mesajı da çok netti. Berkut’un yaşındaki aşık bir kalp böyle mesajları okuyacak kadar maharetli değildi. Gün geçtikçe Berkut daha da çok sevdi. Artık her yerde sevdasını bağırıp çağırmıyordu. Yakın dostu Hasan’la dertleşiyordu, derin derin. Ahsen’le ortak bir an yaşayabilmek için en küçük fırsatı değerlendiriyordu. Hatta iki kafadar işi kadere de pek bırakmadan, o fırsatları kendileri bile yaratıyorlardı bazen.
Beklendiği üzere Ahsen, Berkut ve Hasan’dan daha olgundu. Erkekler olgunlaşmakta pek acele etmiyorlardı malum. Diğer yandan Ahsen de gencecikti, neyin ne olduğunu tam anlayabilecek olgunlukta değildi. Sevginin kıymetini hoyratça harcayabilirdi. Fark etmeden harcadığı da oldu. Seven bir yürekte bıraktığı sızıyı nereden bilebilirdi ki? O bıçak sızısına rağmen, çırpınarak sevda sularında yüzen bir yüreğin sesini duyabilecek kadar olgun değildi kulakları. Ne Ahsen’de, ne de Berkut’ta art niyet yoktu. Gençliğin saflığı vardı, kendilerince doğru bildikleri vardı.
Berkut her bıçak yarasında sanki daha da inatla seviyordu. Daha önce görmemişti ki zavallıcık aşkı. Nerden bilsin nasıl bir perişanlık olduğunu? O mutluluk damarlarına pompalanınca, her şeyi masal pembesinde görüyordu. Daha doğrusu hayal ediyordu. Hayal etmenin tüm güzelliğinde yaşamak, ışıldayan suyun üzerinde keyifle yüzmek gibiydi. Ama suyun altında jiletler olabiliyordu. Her kulaçta, her ayak çırpışında parçalıyorlardı. İşin kötüsü keyifle yüzen bunu hissetmiyordu bile. En hayat dolu aşk hissini yaşarken, en ölümcül hissizliğe de aynı anda sahip olmak, hayatın insanoğluyla dalga geçen ikilemlerinden biriydi.
Yaşayabilme İhtimali şiirinde geçtiği gibi, Ankara’ya usul usul karbon monoksit yağıyordu. Bizim çocuklar da derste sınıftaydılar. Berkut arka sıradan Ahsen’i izliyordu hayran hayran. Ahsen’in güldüğünde dudaklarının aldığı şekli ne kadar sevdiğini fark ediyordu. Bir dudak bir gülümseyişe bu kadar mı hoş eşlik ederdi? “Gel de bu dudakların sahibini sevme?” diye düşünürken Berkut, yüzünde yine o kocaman ahmak gülümseyişinin belirdiğinden haberi yoktu. Ders tarih miydi coğrafya mıydı? Öyle bir dersti işte. Aşk bunun hiç farkında değildi.
İki kafadarın hemen arka sıralarında çok sevdikleri iki arkadaşları Gürgen ve Ayhan oturuyordu. İkisi de iyi çocuklardı. Ayhan içlerinde en kalıplı arkadaşlarıydı. O ürkütücü kalıbıyla pek konuşmayan, her şeye kolay tepki vermeyen sakin, efendi bir çocuktu. O nedenle Ayhan’ı kızdırmak pek kolay değildi. Kızdığında ise Ayhan’ın gazabından korkulurdu. Eğer kızgınlığını üzerinize çekecek kadar talihsizseniz, Ayhan sizin kolunuzu sizden alarak kendi kolunuzla sizi dövebilir, sizi duvardan duvara vurabilir ya da ancak çizgi filmlerde şanssız karakterin başına gelebilecek deneyimler yaşatabilirdi. Ayhan’ı kızdırabilen tek kelime vardı: Ayı. Ve çocuğun lakabı ayıydı. Arkadaş çevresindeki her talihsiz fani, bazen isteyerek bazen farkında olmadan lakabıyla kendisine seslenmişti. Sonuçta da daha ölmeden, ölümün nefesini hissetmişti bu zavallı faniler.
Gürgen devamlı espri yapan (yapmaya gayret gösteren) çok iyi niyetli, güvenilir bir çocuktu. Gürgen arkadaşlarını çok güldürüyordu ama yaptığı espriler iyi olduğu için değil. O kadar kötü espri yapabiliyordu ki bazen, insan zihninin o şaşkın çaresizlik anında, insan evladı ya kahkaha atarak ya da ağlayarak bir şekilde hayati bir tepki vermek zorunda kalıyordu. Arkadaşlık uzun süreli ve sağlam olduğundan, arkadaşları gülme tepkisi verebilme bağışıklığı geliştirmişlerdi. Gürgen’in hakkını yememek de lazımdı. Bazen çok kaliteli, zekâ dolu espriler patlatıyordu. Gel gelelim yaşamsal bağışıklık geliştirmiş arkadaşları ne yazık ki o esprileri kaçırabiliyorlardı. Ama Gürgen bu esprilerini hiç unutmuyor, Çin işkencesi ısrarıyla ilerde tekrar tekrar dile getiriyordu. Gürgen arkadaşlarının bu hazineden mahrum kalmalarını istemiyordu. İyi niyetli çocuktu Gürgen.
Hasan arka sıradaki Ayhan’la birlikte Gürgen’in bir esprisiyle yaşam mücadelesi verdikten sonra, suni teneffüs niyetindeki sessiz kahkahasıyla önüne döndü. Ön sıradaki Ahsen’i ağzı açık alabalık gibi izleyen Berkut’a baktı. Gördüğü bu şapşal surat, yüzündeki kahkahayı içten bir tebessüme çevirdi. Sudan çıkmış bir balık nasıl nefes alabilmek için ağzını açıp kapatırsa, Berkut da aşkından nefes almaya çalışarak soluyordu Hasan’ın yanı başında.
Ders ilerlemeye devam ederken kar taneleri göründü havada. Birden bire iyice iri taneler gökyüzünden düşmeye başladı. Bir karanlık çöker gibi oldu havaya. Çok güzel yağıyordu beyaz, beyaz. Dersler bittiğinde yerler epey kar tutmuştu. Bir yandan eldivenlerini takmaya, bir yandan berelerini giyme çalışan çocuklar kar yığınına teslim olmuş bahçeye akın ediyorlardı. Doğrudan kendini karların beyazına bırakanlar, kardan adam yapmak için işe koyulanlar, uçuşan kartopları arasında bir yandan kaçınıp, bir yandan kartopu atmaya çalışan neşeli cıvıltılarla doldu okul bahçesi. Ne yazık ki çoğu, büyüdüklerinde bu kadar içten kahkaha atmanın anlamını, tadını unutacaklardı. Hasan ve Berkut mu? Onlar büyüdükçe daha da büyük kahkahalarla kartopu oynadılar. Gülmeyi hiç unutmadılar.
Berkut Ahsen’le kartopu oynayacaktı elbette. Çok da büyük keyifle hep beraber oynadılar. Islanan kirpikler, gülümseyen gözlere asil bir taç oluyordu. Hiçbir krallığın asaleti, çocukların bu neşe dolu eğlencelerine yetişemezdi. Hiçbir asalet, hiçbir güç çocuk kahkahası kadar kıymetli olmazdı. Hele bir de bu kahkahaların ardına gizlenmiş sevdalar varsa, kar daha da bir güzel yağardı. Ve kar daha da güzel düştü gökyüzünden. Kar taneleri çocukların neşesine kondu. Pırıl pırıl parıldadılar heyecan dolu yüreklerde.
Arkadaş çevresinde yer alan diğer iki isim de bahçedeki şenliğe katılmışlardı. Hüsamettin ve Seyit. Hüsamettin Gürgen’den de fazla güldürürdü herkesi. Ama o espri yapmaya çalışmazdı. Doğal bir yetenekti. Normal davranışları zaten kahkaha nedeniydi. Birbirlerine kartopu atan arkadaşlarının arasında, havada uçuşan yüzlerce kartopunun ortasında öylece durmuş, sakince elindeki kartopuyla uğraşıyordu Hüsamettin. Hasan seslendi “Oğlum o kartopu kalıcı değil, bir an önce yapıp atsana. Sen de kurtul, biz de.” Hüsamettin başını ağırca kaldırıp, buğulu gözlükleri ardından baktı Hasan’a. Kendine has sırıtışıyla gülümsediğinde, gözlükleri her zaman olduğu gibi yanaklarının desteğiyle havaya kalktı. Ağzı neredeyse Batman filmindeki Joker karakteri kadar açılmış ve tüm dişleri sırıtışının parıltısındaydı. Öndeki iki dişinin ayrıklığı sırıtışına daha da komik bir endam katıyordu. O soğukta, o karmaşanın ortasında, Hüsamettin’in o sıfatını görmek bile Hasan’ın derinden kahkaha atmasına neden oldu.
Hüsamettin sanat eseri yaratmaya çalıştığı o şaheser kartopunu elinden çıkartamadan, onlarca kartopunun hedefi oluyordu. Elindeki kartopuna artık nasıl bir şekil vermeye çabalıyorsa, inatla hala şefkatle ilgileniyordu o kartopuyla. Suratına, üzerine kartopu yedikçe de o eşsiz sırıtışıyla kafasını kaldırıyor, gözlükleri epey buğulandığı için de kafasını iyice geriye atarak, gözlüklerinin altından etrafına bakmaya çalışıyordu. Ardından, pek seçemediği, kahkaha atan arkadaşlarına “Müsaade edin de şunu bir yapayım” diye bağırıyordu. Ama gülmeye de, kartopu yemeye de, elindeki kartopuyla şefkatle ilgilenmeye de hep devam ediyordu. Komik çocuktu Hüsamettin.
Seyit kısa boylu, yerine göre davranmasını bilen bıdırık, zeki bir çocuktu. Güven veren kalınlıkta bir ses tonuyla konuşurdu. O ses tonu ciddiyetiyle konuşurken yaptığı espriler daha da etkili olurdu. Hareketleri seriydi. Karların içinde koşuştururken ışınlanır gibi, birden bire bir arkadaşının yanında beliriyor ve kartopuyla hedefini ıskalamadan birleştiriyordu. Berkut yağan kocaman kar tanelerinin arasında Ahsen’in peşinde koşuştururken, Hasan Seyit’i gözlemliyordu. Sessiz sessiz aniden birinin yanında belirip, kartopuyla arkadaşlarını vurma işini ciddiyetle yapmasına, Seyit’in o soğukkanlı zevk alışına uzaktan gülüyordu. İşi daha da keyifli hale getirmek için önce Seyit’in hareketlerinin örüntüsünü belirledi. Seyit’in bir sonraki avını seçmesini bekledi. Gürgen iri kahkahalarıyla etrafa, akıllara zarar esprilerini ve isabetsiz kartoplarını yağdırırken, Seyit bir köşeden Gürgen’i izlemekteydi. Seyit’in bir sonraki hedefi belli olmuştu. Yüzü ciddileşti ve seri adımlarla birden Gürgen’in arkasında belirdi. Gürgen arkasındaki Seyit’ten habersizce iri kahkahalarına devam ediyordu. Avını bu çaresizce durumda yakalamanın verdiği zevk, Seyit’in dudaklarında haince beliren tebessümde belli oluyordu. Ki kendisi de bir başka soğukkanlı avcının radarında olduğunun farkında değildi. Hasan da Dexter misali Seyit’in yanında bitiverdi ve kartopunu Seyit’in tam ağzına nişanladı. Hain gülümseyişi karlarla dolan Seyit önce öylece kala kaldı. Gürgen ürkek bir ceylan korkusuyla arkasına döndü. Ve Seyit’in “Oğlum ağzımın içine mi ya?” yakarışıyla birlikte, yine hep beraber kahkahalarla gülmeye başladılar.
Bu neşeli oyunların arasında, Seyit misali ava giderken kendisi av olan bir başka isim daha vardı. Aslında her aşık ava giderken avlanmıyor muydu zaten. Berkut Ahsen’in etrafında karların içinde oradan oraya uçuyordu. Ahsen’in cılız kartopu atışları Berkut’a yetişemeyince, kendi kendini kartopuyla vuruyordu bazen. Hatta montunu açıp kartopunu göğsüne basıyordu kahkahalarla. O kadar mutluydu ki. Ahsen “Ne yapıyorsun? Hasta olacaksın” dediyse de, sevdasının kendisiyle ilgilendiğini gören avcı karları daha da basıyordu böğrüne. Berkut’un Seyit’ten farkı, kendi kendini av yapan avcı olmasından geliyordu. Ateş almış yüreğini ferahlatmaya çabalıyordu kendine fırlattığı kar oklarıyla. Varsın olsundu. Ahsen gülüyordu. Hem de Berkut’a bakarak gülüyordu.
Yanan bağrına karlar iyi geldi mi bilinmez ama ertesi gün Berkut okula gelemedi. Soğuk algınlığından ağzı gözü şişti resmen. Hasta yatağında yatarken yüzünde yine o şapşal gülümseyiş vardı. Kadim dostu Hasan da karşısında her zaman olduğu gibi, o komik suratı izliyordu. Hem dostuna üzülüyor hem de mutlu olduğu için dostu adına seviniyordu. Tabii ki iyiliği için arkadaşına nasihatler de veriyordu. En azından kendisine zarar vermemesi için azıcık bilinç kazandırmaya çalışıyordu ama nerde aşıklarda o şuur. Hasan anlatmazdı ama aşktan anlardı. İyi anlayanların çok anlattığı nerde görülmüştü zaten. Einstein anladığı kadar anlatsaydı, dünya burada mı olurdu?
Bir şey yapmalıyız diyordu Berkut. Onca kar bile söndürememişti içindeki yangını tabii ki. Hasan yine dinledi, anladı. Onca sevdanın yükünü sırtında taşı ve hiç dokunma. Zordu. Kadere müdahale etme zamanı gelmişti. Hasan düşündü. Berkut’un düşünceleri sadece belli bir noktaya odaklandığından, düşünme eylemini genelde Hasan icra etmek zorundaydı. Üniversite sınavına hazırlanıyorlardı. Bu nedenle, liselerindeki kıymetli hocaları da olabildiğince hoş görü gösteriyorlardı geleceği kuracak öğrencilerine. Öğretmenlerine saygıda asla kusur etmiyorlardı, derslerinde başarılılardı ve öğretmenleriyle saygı, sevgi dolu güzel bir sohbetleri de vardı. Hasan fikri bulmuştu. Berkut’a döndü. Yüzünde kurnaz bir ifadeyle “Ahsen’le dans etmek ister misin?” diye sordu. Berkut’un ağzından bir çırpıda ve yüksek sesle tek kelime çıktı: “Nasıl?” Hasan karşısında aklı gitmiş gözlerle bakan arkadaşına “Hazırlan okulda parti vereceğiz” dedi.
Hasan ve Berkut okulda ilgili öğretmenlerle, yönetimle konuştular. Öğretmenleri ikna ettiler. Gerekli tüm izinleri almayı başardılar. Zaten çoğu öğretmen bu fikri çok beğendi. Hoş görülü, bilgili, okuyan, aydın, anlayışlı öğretmenleri çoğunluktaydı. Çocuklara böyle bir etkinliğin büyük moral olacağını düşündüler. Hatta Hasan ve Berkut’a bu güzel önerileri için teşekkür ettiler. Bazı öğretmenler gerçekten çok iyi insanlardı. Halden anlıyorlardı. İyi insanlar iyi insanlar yetiştiriyorlardı.
İki kafadar müthiş bir organizasyon yaptılar. Tüm arkadaşlarını da organize ettiler. Kim hangi yiyecek ve içecekleri getirecek kusursuzca belirlendi. Tabaklar, bardaklar, çatallar, kaşıklar gerekli tüm araç gereçler ayarlandı. Ve geriye bir tek, Hasan’ın planı için en stratejik araç kalmıştı: Müzik. O yıllarda insanlar istedikleri yerde, diledikleri müziği öyle kolayca dinleyemezdi. Her şeyi elde etmesi çok kolay olmadığı için her şeyin anlamının daha yüksek olduğu yıllardı. Ve müzik için güzel bir müzik seti de bulundu. Okula getirilmesi biraz zahmetli oldu ama zaten aşkın yükünü sırtında çeken Berkut, koca seti sırtında taşımaktan hiç şikâyetçi olmadı. Hatta o koca seti onca yol taşırken mutluluktan ayakları yere değmediği için yorulduğunu bile anlamadı. Yolun sonunda Ahsen’le dans etmek vardı.
Berkut malum sebepten pek düşünemiyordu ama Hasan bir sorunun farkındaydı. Berkut’un hayalinde sadece Ahsen ve kendisi dans ediyordu ancak, organize ettikleri partide birçok insan olacaktı. Dolayısıyla Berkut zannettiği kadar dans edemeyebilirdi Ahsen’le. Büyük çabalarla yapılan hazırlıklar en sonunda tamamlandı. Ayarlanan ve parti için düzenlenen sınıfta eğlence başladı. Okul tarihinde de bir ilk gerçekleşmişti. Müzik setinden yayılan müzik harikaydı. Tatlı sohbetler eşliğinde yiyecekler yenildi, içecekler içildi. Berkut iyice sabırsızlanıyordu. Böyle ortamlarda ilk adım atılmadan önce ufak bir gerginlik olurdu zaten. Hasan’ın işaretiyle Berkut güzel romantik bir dans kaseti çalmaya başladı. Hasan Ahsen’i dansa kaldırdı. Ardından diğer çocuklar da yavaş yavaş dans için hazırlanan alana çıkmaya başladılar. Berkut dans eden Hasan ve Ahsen’e güya hiç bakmıyordu. Tüm ruhu, kalan tüm beyni dans alanında olmasına karşın, Hüsamettin’le sohbet eder gibi yapıyordu. Zaten ne derse desin, Hüsamettin sohbeti kendi kendine devam ettiriyordu. Hasan dans ettiği Ahsen’le, Berkut’un olduğu yere yaklaştı ve “İsterseniz biraz da Berkut’la dans edin” diye gülümsedi. Ardından Berkut gönlünde ışık hızıyla ama ayaklarında mağrur, yavaş bir ritimle Ahsen’e yaklaştı. Dansa başladılar. Hüsamettin ise Berkut’un yokluğuna rağmen sohbeti kendi kendine sürdürmeye devam etti. Hasan, orada olmayan Berkut’la sohbeti sürdüren Hüsamettin’e baktı. Komik çocuktu Hüsamettin.
Parti boyunca devamlı Berkut’un Ahsen’i dansa kaldırması garip kaçardı. Başkaları da Ahsen’le dans etmek isteyecekti normal olarak. İşte Hasan’ın en başından öngördüğü durum buydu ama çözümü de çabuk bulmuştu iki kafadar. Ahsen’i dansa bazen Berkut, bazen Hasan kaldırıyordu. Ya da Ahsen başkasıyla dans ederken, Hasan başka bir kız arkadaşıyla yanaşıp eş değiştirerek Ahsen’i alıyordu. Kısa bir süre sonra da yanlarında birden (ve tamamen şans eseri!) beliren Berkut ile eş değiştiriyorlardı. O gün herkes çok eğlendi ve Berkut rüya gibi bir parti yaşadı. Ahsen kollarındaydı. Göz gözelerdi. İyi bir de fotoğraf makinesi bulunmuştu. Çok güzel fotoğraflar çekildi. Mutlu yüzler bu karelerde de kendilerini gösterdi. Tarih çocukların güler yüzlerini kaydetti.
Okul tarihine geçen böylesi ilkler olsun, okulda ya da dışarıda benzer birçok organizasyonlar düzenlendi. Çoğunu Hasan ve Berkut’un akıl ettiğini bile kimse anlamadı. Sonuçta her biri ayrı güzel birer yaşanmışlık, hoş bir anı oldu tüm arkadaşlar için. Güzel zamanların güzel çocuklarıydı onlar. Umut doluydular geleceğe dair. Kavramların içi boşalmamıştı. Dostluğun kıymeti, sözün değeri, kahkahaların samimiyeti, sevginin anlamı vardı. Ne insanlar kayıptı, ne de insanlık.
Günler geçti, mezuniyet ve üniversite sınavı iyice yaklaştı. Berkut bir türlü hislerini Ahsen’e açamamıştı. Şimdiki çocukların çoğuna ne kadar uzak gelse de, zamanında yaşamın aheste bir ritmi vardı. Acele etmeden, yaşamanın tadı çıkarılırdı. Varılacak yer önemliydi ama yolculuktan keyif alınırdı. Yolculuğun keyfi varılan yeri daha da güzel kılardı. Teknolojiyle arabalar daha hızlı gitmeye, insanlar daha hızlı yaşamaya başladı. Yolculuk sırasında yüksek hızdaki arabadan etrafı iyi görememek gibi, insanlar da yüksek hızda ne yaşadıklarını görememeye başladılar. Oysa Berkut için yolculuk çok keyifliydi. Ve Berkut varacağı yere çok yaklaşmıştı. Hasan’ın da telkinleriyle Ahsen’le konuşmaya karar verdi.
Günlerce, defalarca Hasan’la konuştu. Kendince prova yaptı. Hasan bazen ciddi ve güzel önerilerde bulunuyordu. Bazen de dostunun sevimli şapşallığıyla dalga geçmekten kendini alamıyordu. Yarı şaka yarı ciddi yol aldılar Ahsen’e açılma anına. Çok heyecanlıydılar. Acaba Ahsen ne cevap verecekti? Ve yağmurlu bir bahar gününde, Berkut ile Ahsen’in buluşma zamanı gelmişti. Tabii ki buluşma yerine Berkut ve Hasan önceden geldiler. Hasan buluşmanın olacağı kafenin karşısındaki bir başka kafeye oturdu. Karşıdan izleyecekti bu beklenen konuşmayı. Berkut da yerini aldı. Heyecanla beklemeye başladı bir masada. Ve Ahsen göründü.
Hasan bir hamburger söylemişti. Hemen yiyip bitirdiğini heyecandan fark etmedi bile. Gözlerini karşı kafeye dikilmiş şekilde, koca ısırıklarla yutmuştu hamburgerini. Berkut ve Ahsen’in ne konuştuklarını tam anlayamıyordu ama soluksuz biçimde izlemeye devam ediyordu. Bir yandan da yeni bir hamburger söyleyip, kaşla göz arasında yutuveriyordu. Berkut gibi, o da ne yaptığını bilmiyordu ki. Berkut’un hesabı istediğini gördü. Merakı iyice artmıştı. Karşı kafedeki yüz ifadelerini parıldayan kafe camının arkasından tam seçemiyordu. Acaba ne cevap vermişti Ahsen? O sırada karnının epey şiştiğini de fark ediverdi. Oraya oturdu oturalı ilk kez gözlerini çevresinde şöyle bir gezdirince, kafedeki diğer kişilerin merakla kendisine bakmakta olduklarını gördü. Kafede bir camın önüne oturmuş, gözleri karşıda, önüne gelen hamburgerleri kocaman lokmalarla hunharca çiğneyen biri elbette ki dikkat çekiciydi. Mahcup şekilde gülümsedi ve hesap için garsona seslendi.
Kafasını karşı kafeye çevirip, Berkut ve Ahsen’i dışarı çıkarken görünce, mahcubiyetini de, karnının şişliğini de unutuverdi. Yüz ifadelerinden bir şey okuyabilmek için kıstığı gözleriyle daha da dikkatlice bakıyordu. Araya garsonun hesabı getiren eli girdi. Hesabı hızlıca ödedi. Ayağa kalktı. Ahsen’le Berkut öpüşüp vedalaştıktan sonra, Berkut yüzünde hafif bir gülümsemeyle uzaklaşan Ahsen’in arkasından bakıyordu. Ahsen gözden kaybolunca, Hasan kafeden çıkarak koşar adım Berkut’a yaklaştı. Berkut yağmur havasından derin bir nefes çekti, ellerini pantolon ceplerine soktu. Ve yavaş adımlarla o da Hasan’a doğru yürümeye başladı. İki dost buluştular. Hasan merakla Berkut’un ağzına bakıyordu. Berkut gülümsedi, Hasan anladı.