Geçenlerde, Sinir Sistemi Cerrahisi Derneğinin (SSCD) Yönetim Kurulu toplantılarından birini yapıyorduk. Görüşmemiz gereken gündem maddelerinden biri de, Derneğimizin üye profilini belirlenmek ve bununla ilgili gerekli düzenlemeleri yapmaktı. Biz bu Derneği, sadece Türkiye bazında değil de, daha fazla dünya platformunda faaliyet gösteren, bütün ülkelerden üye kabul edebilen ve bu felsefeyi kendisine şiar edinmiş bir organizasyon olarak gördüğümüz için, aktif, aktif uluslararası, inaktif, asistan, yararlanılan, onursal ve emekli gibi çeşitli üyelik formları üzerinde tartışıyorduk. Bu arada, hukuki gerekliliklerin yanında, sadece nöroşirurjiyen olmak, üyelik için yeterli mi, başka herhangi bir ilmi ve/veya sosyal kriter aramak ihtiyacı var mı soruları gündeme geldi. Hararetli tartışmalar devam ederken, yönetim kurulu üyelerimizden ve aynı zamanda TÜBA üyesi de olan Doç. Dr. Türker KILIÇ, bana dönerek; “Hocam, neden bu kadar toleranslı davranıyorsunuz, siz yurt dışındaki birçok derneğe üyesiniz ve buralarda etkin görevleriniz var, bu derneklere girebilmek için hangi kriterlerin dikkate alındığını çok iyi biliyorsunuz. Madem ki, biz yüksek bilimsel düzeyi hedef olarak belirliyoruz, neden üyelik kriterleri arasına en önemli şart olarak “H” Faktörünü koymuyoruz?” dedi. (Bu arada, bu faktörün ne olduğunu da ifade edeyim. “H” Faktörü, bir kişinin uluslararası yayınlarının ve bu yayınlara başkalarının yaptığı atıfların yıllara göre dağılımını ve sıklığını esas alarak elde edilen bir rakamdır). Bunun üzerine tartışmalar daha da hararetlendi. Hemen orada Türkiye’deki bilim adamlarından rastgele bir kaçının “H” faktörünü araştırdık, yürekler acısı bir manzara ile karşılaştık. Bu faktör, üyelik kriterlerimiz arasında, 5 mi olsun, 6 mı olsun veya 7 mi olsun derken, baktık ki kurullarımızı teşkil edecek üye bulamayacağız, 2’ye, 3’e de razı olur duruma geldik. Bunun üzerine, ülkemizde bütün resmi kuruluşlarda olduğu gibi, sorunu çözüme kavuşturmak (!) için, bir üyelik değerlendirme komisyonu kurarak, bir başka toplantıda devam etmek üzere, problemi halletmiş olduk(!).
Şimdi bunları neden mi anlatıyorum? Bir derneğin üye profilinin belirlenmesinde bile, “H” faktörü tartışma konusu olabiliyor da, mutlaka dikkate alınması gereken bilim kurum ve kuruluşlarında, bu faktör ne kadar etkin oluyor? Doktor, yardımcı doçent, doçent ve profesör ünvanları verilirken, idari görevlere atamalar yapılırken, her kademede jüriler tesbit edilirken, diğer kriterlerin yanında, sadece bir örnek olarak seçtiğim bu “H” faktörü ne kadar dikkate alınıyor, ya da bu faktör biliniyor mu? Bu faktör, bilmesi gerekenler tarafından çok iyi biliniyor da, etki alanı müsbet anlamda değil de, menfi anlamda mı kriter(!) olarak kullanılıyor, bunu da anlamış değilim. YÖK ve üniversitelerde “H” faktörünün olmazsa olmaz bir kriter olması gerekirken, bu faktörü değerlendirmek görev ve yetkisinde olanların “H” faktörü acaba kaç olarak hesaplanmaktadır? İmza kampanyaları, mitingler ve yürüyüşler düzenleyenlerin, üzerlerine görev olmadığı halde, televizyonlarda ilgili, ilgisiz beyanat verenlerin, basın açıklamaları yapanların, acaba “H” faktörünü yükseltmek için gayretleri, bir eylem ve faaliyet programları var mı? Dekan, rektör, YÖK üyesi hatta YÖK başkanı adaylarının “H” faktörüne bakılıyor mu, bakılıyorsa, diğer kriterler yanında bu kriterin etkinliği nedir? Bu faktör ne kadar büyük ise o kadar tehlikeli(!), ne kadar küçük ise o kadar iyi(!) mi?
Yetkili olmak isteyen çok, ama sorumluluğa talip olan bulamıyoruz. Çünkü, bilgisinden emin olmayanların rahat bir uyku uyuyabilmeleri mümkün değildir. Neyin peşinden koştuğumuzun maalesef farkında değiliz. Bu nedenle de, uğraşmamamız gereken her şeyle uğraşır hale geldik. Her ne kadar, hekimler için söylenmişse de, tam yeri geldi. Deneysel tıbbın kurucusu Dr. Claude Bernard’ın (1813-1878) “…he who does not know what he is looking for, will not understand what he finds” (Ne aradığını bilmeyen, bulduğunun ne olduğunu anlayamaz) sözüyle bitirmek istiyorum.