Hacı Fettah, Siverek-Viranşehir arasındaki Karacadağlarında yaşıyordu. Onun köyde geniş arazileri, çok sayıda koyun, keçi ve sığırları vardı. Yörenin havası temiz, toprağı bereketlidir. Eti, sütü, peyniri, yoğurdu, meyve ve sebzesi tabii ve lezzetlidir. Tandır ekmeği ile ayranına doyum olmuyor. Ayrıca Karacadağları, kengerlerin diyarıdır.
Hacı Fettah, beşi kız, dördü erkek olmak üzere toplam dokuz çocuğa sahipti. Zamanla çocukları büyümüş, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmışlardı. Gün gelmiş Hacı Fettah’ın hanımı ölmüş, bir süre sonra çocukları onu köyden dul bir kadınla evlendirmişlerdi. Ona göre daha genç olan hanımı, kendisine iyi bakıyordu. Kadın; dürüst, sabırlı, saygılı bir ev hanımıydı. Hacı Fettah, kadının ileride miras talebinde bulunmaması için resmi nikâhı kıymadan onu dini nikâhla almıştı. Sadece ona mehir olarak buzdolabı, fırın, koltuk, televizyon ve benzeri ev eşyalarını almıştı.
Hacı Fettah kadından memnun kalmış, on sene onunla beraber yaşamıştı. Helal süt emmiş, insan evladı olan karısı, kendisine saygıda kusur etmemiş, olabildiğince onu mutlu etmişti. Hoş geçen bu beraberliğin sonunda Hacı Fettah ölmüş, kadın yalnız kalmıştı. Yörenin kültürüne, örf, adet ve geleneklerine göre yas tutulmuş. Aradan zaman geçmiş, Hacı Fettah’ın çocukları kadını evden çıkarmak istemişler, kadın da eşyalarını alarak babasının evine yerleşmişti. Kadının resmi nikâhı olmadığı için kocasının mirasından herhangi bir talepte bulunamamış, sadece evdeki eşyalarını alarak gitmişti. Kadının ailesi fakirdi, köyde sözleri geçmiyordu, etkileri yoktu. Hacı Fettah’ın çocukları ise zengin idiler, siyasilerle diyalogları vardı, çevrede etkili olan bir Şeyh’e de gidip geliyorlardı. Dolayısıyla yörede sözleri geçerliydi.
Kadın ev eşyalarını alıp gitmişti amma Hacı Fettah’ın çocukları onu rahat bırakmıyorlardı. Ona, “Senin çocukların yok, evdeki eşyalar babamıza ait eşyalardır. Onun mirası bize aittir. Onun için buzdolabı, televizyon, koltuk ve benzeri eşyaları bize vermen gerekir.” diyorlardı.
Hacı Fettah’ın büyük kızının oğlu, bir gün dayılarıyla tartışmış ve onlara karşı şu ifadeleri kullanmıştır: “Sizler Müslüman, dindar, hacı geçiniyorsunuz. Annem ablanızdır. Dedemin mirasından onun ve teyzelerimin hakkını vermiyorsunuz. Bu kadını da aynı şekilde mağdur ediyorsunuz ve dedemin zamanında ona mehir olarak almış olduğu ev eşyalarını elinden almaya çalışıyorsunuz. Sizin yaptığınız yanlıştır. Sizin yaptığınız İslam’a, hak ve adalete uygun düşmemektedir.”
Hacı Fettah’ın oğulları, yeğenlerinin bu sözlerine kızmaya başlamışlar ve onu azarlayarak şöyle söylemişler: “Yeğenim! Sen ablamızın oğlusun. Ablamız, annemizin yerinde sayılır. Onun hatırı için sana bir şey söylemiyoruz. Fakat sen fazla konuşuyorsun, ayaklarını uzatıyorsun, haddini aşıyorsun. Bir daha böyle bir şey söyleme. İslam’ı, adaleti, hakkı senden mi öğreneceğiz? Bizler, hacca gittik, beş vakit namazımız kılıyoruz, alnımız secdededir, her şeyi Şeyh’imize danışarak yapıyoruz. Sen kim oluyorsun da bize karşı çıkıyorsun?”
Yeğenleri onlara, “İlahiyatçı, profesör bir hocamız televizyonda dini konuları anlatıyordu. Kanaatime göre o, hep Kur’an’dan konuşuyor ve doğruları anlatıyordu. Ben ona inanıyor, güveniyorum. Ona telefon edip konuyu anlatacağım. Bakalım o bu konuda bize neler söyleyecek!” demişti.
Delikanlı, hocaya telefon ederek konuyu enine boyuna anlatmış ve hoca ona şu cevabı vermiştir: “Keko/kardeşim! Bana inanarak, güvenerek bu konuyu benimle paylaştığın için teşekkür ediyorum. Allah sizlerden razı olsun. Her şeyden önce İslam dininde ölçü, şeyhler değil, Kur’an-ı Kerimdir. Kur’an-ı Kerim’de şeyhlik diye bir şey yoktur. Dinimizin ana kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Hz. Muhammed’in (sav.) sahih sünneti, Kur’an’ın tefsir ve açıklaması durumundadır. Her şeyi ona göre değerlendirmek gerekir. Kur’an’a uygun olan her şey makbul ve ona uygun düşmeyen her şey de yanlıştır, İslam dışıdır. Ona göre sorduğunuz konuyu da Kur’an-ı Kerim’e göre değerlendirmemiz gerekir.
Kur’an-ı Kerim’e göre bir adam öldüğü zaman çocukları varsa hanımı onun geride bırakmış olduğu mirasının yani tüm mal varlığının sekizde birini alacak. Geri kalan mirası, kızlar bir, erkekler iki hisse olmak üzere taksim edecekler. Dayıların Müslüman ise Kur’an-ı Kerim’e inanıyor ve kabul ediyorlarsa üvey annelerine yani babalarının dul kalan o karısına dedenin tüm malının sekizde birini vermeleri gerekir. Bu, kadının hakkıdır. Geri kalan malı da dört erkek ve beş kız arasında taksim edecekler. Beş kız birer hisse, dört erkek de ikişer hisse alacaklarına göre dört erkek ikişer hisseden sekiz, beş kız da birer hisse olmak üzere toplam on üç hisse eder. Dedenin tüm mal varlığı, yani mirası, karısı sekizde birini aldıktan sonra geri kalan mal on üç hisseye ayrılacak. Kızlar bu taksimatın birer hissesini, erkekler ise ikişer hissesini alacaklar. Dedenin zamanında kadına mehir olarak almış olduğu eşyalar ise kadının hakkıdır. Kur’an’a göre hiç kimsenin ondan herhangi bir şey almaya hakkı yoktur. Dayılarına selam söyle, falanı filanı dinlemesinler. Müslüman iseler Allah’ı, Kur’an’ı dinlesinler. O da sana söylediğim şekilde olması gerekir. Allah’a emanet ol!”
Delikanlı, hocanın dediklerini dayılarına anlatınca dayıları susmuşlar ve ondan sonra kadına karışmamışlar. Konu gündeme gelince de “Konuyu fazla kurcalamayın, kapatın” deyip geçiştirmişler. Bir süre sonra hoca, delikanlıyı arayıp “Ne oldu? Dayıların ne yaptı?” diye sormuş. Delikanlı, dayılarının konuyu kapattıklarını, kadına -üvey annelerine- ve kız kardeşlerine mirastan hiçbir şey vermediklerini anlatmış. Hoca, son olarak şunu söylemiştir:
“Mirastan kadınlara haklarını vermeyenler, kim olursa olsun, Allah’ı tanımamış, Kur’an’ı anlamamış, zalim mahlûklardır.”