A man will fight harder for his interests than for his rights.
[İnsanlar menfaatleri için hakları için olduğundan daha fazla mücadele ederler.]
Napoléon Bonaparte (1769-1821; Fransız Komutan ve Devlet Adamı)
Anlaşılan o ki, 2 hafta önce deyinmeye çalıştığım, “haklar” konusunu biraz daha irdelemem gerekecek. Öyle ya, bu gazetenin en değerli yazarlarından birisi bile –muhtemelen- beni kastederek; “Bazı yazarlar ise, “hekim hakkı” olamayacağını, hekimin sadece sorumluluklarının olacağını belirterek bu süreci gerçekçi bulmamaktadırlar.” diyorsa ben meramımı doğru anlatamadım demektir. Tekrar ediyorum, “Hakkımızı İsteriz!” Demenin Dayanılmaz “Hafifliği” başlıklı yazımda ben, temelde 3 şey söylemeye çalıştım. Birincisi, “hekim hakkı” diye bir kavramın uluslararası akademik, hatta popüler literatürde mevcut olmadığı. İkincisi, “hekim hakkı” diye ülkemizde dillendirilen şeylerin herhangi bir meslek mensubunun –hatta her hangi bir medeni ülke vatandaşının- sahip olması gereken haklardan farklı olmadığı. Üçüncüsü ise, ‘yerli-yersiz’ hak arayışlarının söz konusu meslek grubu çalışanlarına toplum nazarında antipati kazandıracağı. Benim esas olarak bu hafta yapmak istediğim, söz konusu yazıma “Son Söz” olarak eklediğim kısmı biraz daha açmak.
Hatırlayanlar olabilir, yazımı şu şekilde sonlandırmıştım: “Bugün –ve yıllardır- hekim hakları için “kendini paralayanlar”ın, bir zamanlar bu ülkede hasta haklarının ve hasta özerkliğinin bayraktarlığını yapanların olması da hazin bir tesadüf. Zaman, yıllar önce: “Bakmayın siz bu Batılı biyoetikçilerin dediklerine. Takılmayın onların peşine. Onlarla aynı frekansta olmak adına, ‘bilgilendirmiş olur’ –veya onların deyimiyle, affedersiniz, ‘aydınlatılmış onam’-, hasta özerkliğine saygı ve hasta hakları fikirlerine bu kadar sarılmayın. Bunlar bize 1 numara büyük gelir. Bunları bizim toplumun değerlerine ve birey psikolojilerine uydurarak almak lazım.” diyenleri haklı çıkardı.” Evet, 1980lerde başlayıp, 1990larda ayyuka çıkan ve 2000lerin başından bu yana da bir ‘cinnet’ halini alan “hasta hakları” kavramı, bu ‘fitneyi’ ortaya atan ABD ve onu takip eden Batı Avrupa ülkelerinden sonra onların ‘kuyruğuna takılan’ bizim gibi ülkelerinde ‘başına bela’ oldu. Aslında bilimsel bir makale çerçevesinde ele alınması gereken bu konuyu, ülkemizde bilimsel makaleler yalnızca akademik yükseltmeler için yazıldığından ve bu yazılanları yazandan başka hemen hiç kimse okumadığından, bu köşe yazısı sınırları içinde irdelemek istedim.
Hasta Hakları (patient rights) denilen mefhumu ortaya atanlar ve propagandasını yapanlar, hastaların karakaşına, kara gözüne hayran olduğu için bunu yapmadı. Zaten hastalar, bu mefhumu ortaya atan ve geliştirenlerin umurlarında da değildi. Herkes bilir, ABD’ni yöneten en önemli 2 kurum sigorta ve hukuk şirketleridir. Hasta hakları kavramı da ABD’deki “kazancını yeterli bulmayan” hukukçular ile “mevzuları tüketmiş” felsefecilerin –veya etikçilerin- icat ettiği bir şeydi. Tabii her türlü belirsizliğin kendilerini beslediği sigortacılar da bu işten çok “ekmek yiyeceklerini” biliyordu. Onların elleri ömürlerinde bir defa olsun hastaya dokunmadığı ve hayatlarında hiç bir insanın acısını dindirmek gibi bir gaileleri olmadığı için genelde toplumu, özelde de hastaları, mevcut –veya potansiyel- bir ‘kurban’ gibi göstererek onların haklarının koruyucusu olmaya soyundular. Onların temel kaygıları, pek çok felsefecide olduğu gibi “ilginç”/“marjinal”/“özgün” görüşler ortaya atıp buradan akademik ve popüler rant elde etmek veya, pek çok avukatta olduğu gibi yeni “suçlar icat edip” onu paraya dönüştürmekti.
Yoksa ABD ve Avrupa’da pek çok sağlık kuruluşunun ilan panolarında: “Hak ihlaline uğradığınızı düşünüyorsanız lütfen aşağıdaki numarayı arayın. Not: Ücretimizi sizden değil, kazandığımız tazminattan yüzde olarak alacağız.” yazar mıydı? Bu hasta hakları savunucuları bunu yaparken sonucun nereye varacağını ya tahmin edemediler, yada nereye varacağı umurlarında değildi. Doğal olarak hekimler de geleneksel “paternalistik” (babacan) ve “alturistik” (fedakar) rollerini terk edip hastalara “Ne haliniz varsa görün!” diyerek “elini taşın altına koymaz” ve “risk almaz” hekimler haline geldiler. Böylece hekim-hasta arasında var olması gereken güven, sevgi ve fedakârlık ilişkisi “birbirinin açığını kollayan” tarafların ilişkisine dönüşüverdi. Bundan ne hastalar kazançlı çıktı, ne de hekimler. Bu işten kazananlar hekimleri sigortalayan sigorta şirketleri, hekimlere ve sağlık kurumlarına dava açan hukukçular ile bu konuda yüzlerce kitap ve binlerce makale yazan akademisyen esnafı oldu.
O yüzden, yıllar önce İngiltere’den doktorayı bitirip döndüğümde “Hasta Hakları”, -affedersiniz- “Aydınlatılmış Onam”, “Hasta Özerkliği”, vb. kavramlara ‘deli gibi sarılan’ kişi ve kurumları görünce çok şaşırmıştım. Tabii zamanla anladım, aynı ‘güruhun’ müzmin birer hak arama meraklısı olduğunu. Kadın Hakları, Çocuk Hakları, Hayvan Hakları, İşçi Hakları, Mahkûm Hakları, -hatta Hak Arayanların Hakları- deyince hep aynı kişi ve kurumlar arz-ı endam etmekteydi.
Peki, ne mi öneriyorum? Öncelikle, söz konusu hakların, “bazılarının” diline pelesenk olmadan asırlarca önce bizim günlük yaşam pratiğimiz olduğunun farkında olalım. İkincisi, hasta hakları da dâhil Batıda ‘üretilmiş’ her türlü kavramı bünyemize katmadan önce ‘doku uyumunu’ kontrol edelim. Son olarak da, bu ve benzer kavramları ithal edelim derken kendimizde var olan değerleri feda etmeyelim.
Son Söz: Benim açımdan en fazla nazar-ı dikkati celp edici olan ise, bu yerli değerleri bilen ve kendi hayatına uygulayanların, “hasta hakları” gibi ‘nesebi gayri sahih’ kavramların bayraktarlığını yapıyor olması.