Hukuk nasıl bir sistemdir?
Yeryüzü, adalet çevgânına kapılmış bir top… hatta bu yüce gök kubbe bile!
Hafız-ı Şirazî
Türkçede kullandığımız “hak” ve “hukuk” kavramları Arapça hkk sözcüğünden kazanılmıştır. Fakat bu, İbranice ve Aramice / Süryanice kökenlere sahip olan bir sözcüktür. Hukuk sözcüğü kökensel olarak hak sözcüğünün çoğul halidir ve bu anlam bugün “haklar” kavramı ile karşılanmaktadır. Hukuk bugün daha çok haklar sistemini, yani yasaların toplamını imlemektedir. Türkçede oluşmuş olan bu durum Avrupa dillerinde gözlenen right ve rights kavramları arasında ayrıma denk gelmektedir. Türkçede hukuk ile bazen eş anlamda kullandığımız “yasa” kavramı Moğolca kökenlidir ve yasag kavramından kazanılmıştır. Yasa kavramı hukuk kavramından çok farklı bağlamlarda, örneğin doğa bilimlerinde kullanıldığı gibi, benzer anlamlarda kullanıldığı bağlamlarda hukuk kavramı yasa kavramını aşan ahlaklılığı içeren anlamlara sahiptir. Aynı şekilde dilimizde kullandığımız “kanun” kavramı Türkçeye Arapçadan gelmiştir, fakat kökeni Eskiçağ Yunanca kural / ölçü anlamına gelen kanōn (κανων) kavramıdır. Aşağıda işimi kolaylaştırmak için daha çok “hak”/ “haklar” ve “hukuk” kavramlarıyla çalışacağım. Konumuz bağlamında hukuk kavramını yasa ve kanun kavramlarıyla eş anlamda kullanıyorum.
Kökensel olarak hkk oyma, taşa veya metale yazı yazma anlamına gelmektedir. Konumuz bağlamında taşa veya metale oyulmuş şey; yasa, ferman, kural anlamına gelmektedir. Hak kavramını neredeyse koşulsuz bir şekilde pozitif hukuk çerçevesinde görenler, onu doğrudan “menfaat” veya çıkar ile ilişkilendirme eğilimi içindedirler. Fakat Hegel hak kavramının gerçek anlamını tüm derinliğiyle yakalamak için avukatların anladığı hak kavramından kaçınmamız gerektiğini salık vermektedir. Hak kavramın koşulsuz bir şekilde teolojik anlam ve kavramlarla da ilişkilendirmek de mümkün değildir. Hak kavramının gerçek orijinal anlamını yakalamak için tarihsel ve felsefi yaklaşmak, indirgemeci anlam kargaşası içine düşülmesini engeller. Hak deyince bundan bugün hakikate, bilgeliğe ve yasaya uygun olma anlaşılmaktadır. Bu tanım, kavramının üç boyutlu bütünlüklü anlam bağlamına birden işaret etmektedir. Hakikate, yani gerçekliğe uygunluk, bilgeliğe, yani teorik ve pratik bilimsel ve felsefi bilgiye uygunluk ve bunların formelleştirilerek genelleştirildiği yasalara uygunluk. Fakat hak kavramının anlam bağlamı bu son derece ilginç ve birbirini tamamlayan hakikat, bilgelik ve yasallık alanlarıyla sınırlı değildir. Hak kavramında bu anlam bağlamlarına içkin olan ve kendisini “doğruluk” talebinde ifade eden ve doğrudan eylemlilikle ilgili olan ahlaka uygunluk koşulu da vardır. Öyleyse hak kavramını hakikate, bilgeliğe ve bunlarla uyumlu olan yasallığa (rasgele konan yasalara değil, hakikat bilgisi ve bilgeliği üzerinden kazanılan yasallığa) uygun davranma yetkisi olarak tanımlamak mümkündür.
Peki, bu neden bir hak veya yetki olarak tanımlanıyor? Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” özdeyişini bu bağlamda düşünürsek tüm ilkesel değiştirici ve dönüştürücü anlam bütünlüğüyle görülebilir. Herkes basit bir şekilde davranamaz mı? Hak olarak talep edilen nedir? Hak kavramı her şeyden önce hakkın öznesini şart koşar. Hak öznesine verilen yetki neyin yetkisidir? Uygunluk şartlarına yakından bakınca hepsinin üst uğrağında ahlak ve dolayısıyla eylem vardır. Bu açıdan bakınca mesele eylemin doğruluğuyla ilgilidir. Eylemin doğru olması gerekmektedir, çünkü ancak o zaman başkalarına ve kendimize karşı adil olabilirsiniz. Bu bakımdan her eylemimiz aslında kendimize ve herkese bir çeşit kendisinin olanı dağıtma eylemidir. Bu toplumsallığın tarihsel kuruluşunun kaçınılmaz sonucudur. Eylemlerimizde doğruluğun, yani adil olmanın garantisi, birbiriyle uyumlu ve kendi içlerinde de tutarlı olan hakikate, bilgeliğe ve yasallığa uygunluğudur. Büyük mesele tam da bu bağlamda oluşmaktadır. Eylemin doğruluğuna yön veren bilgelik hakikatin kurgulanmasından ve yorumundan kazanılmaktadır. Gerçekliğin mahiyeti ve temel yapı taşı nedir? Varlıkta hareketin kaynağı nedir? Oluşum, var olma ve yok olma nedir ve nasıl gerçekleşmektedir? Bu hareketin bütün bir varlıkta var olanlar bakımından ne anlama gelmektedir? Bu ve benzeri sorulara verilen sistematik yanıtlar bize hakikatin yorumunu verecektir. İşte, bu yoruma biz bilgelik diyoruz. Fakat bilgelik kavramının gereğini yerine getirebilmek için söz konusu yorumun pratik uygulanırlık bakımından pratik bilgiye dönüştürülmesi gerekir. Yasallık söz konusu pratik bilgi alanlarından birisidir. Estetik, ahlak, siyaset, iktisat gibi alanları da buraya dahil edebiliriz. Söz konusu yorumu kim yapacaktır ve ilgili yorumu pratik bilgiye kim dönüştürecektir? Bunu bugün yalnızca “uzmanlar” yapmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca söz konusu yorumu toplumların maneviyatından sorumlu ruhban sınıfı gibi tabakalar yapmıştır. Antik Yunanda bunu daha çok filozoflar yapmıştır. İşte, hak ve yetki burada söz konusu olan uygunlukla ilgili yorum ile ilişkilidir. Zira söz konusu yorum hem teker teker tüm bireylerin hem de bir bütün olarak toplumun eylemlerine yön vermektedir. Eş deyişle neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna karar vermektedirler. Böylelikle toplumun aklını ve vicdanını ellerinde tutmaktadırlar.
Descartes’ın modern felsefenin kurucu ilkesi olarak kabul edilen “cogito, ergo sum” özdeyişi ilkesel olarak tüm bireylerin yorum hakkı olduğundan hareket eder. Bu nedenle modern felsefe tüm insanların gerekli eğitime sahip olması için büyük bir aydınlanma seferberliği başlatmıştır. Herkes başkalarının yardımı olmadan kendi aklını kullanma kapasitesine erişmelidir. Böylece herkes kendi eylemlerini yönlendirebilecek özgür kapasiteye sahip olduğu için kendi vicdanına yön verebilecek ve böylelikle de ahlaklı kişilik olabilecektir. Bu bakımdan bugün yaygın olan uzman kültürü anti aydınlanmacı bir durumdur. Öyleyse, hak kavramı doğrudan her bir insanın yaşamını ilgilendiren özgürlük kavramıdır diyebiliriz. Kant’ın “Düşünmeye cesaret et!” çağrısı bu bakımdan çok anlam yüklüdür.
İnsanın hakkı tanımlanırken
Hak ve özgürlük kavramı
Sekizyüz yıl önce, 1215 yılında kaleme alınan Magna Charta’nın ilk maddesinin son kısmında şöyle deniyor:
“Ayrıca biz krallığımızın tüm özgür adamlarına bizim ve bizim mirasçılarımız için ebediyete kadar aşağıda belirtilen tüm özgürlükleri verdik; onlar bunları bizden ve bizden sonra gelenlerden ebediyete kadar sahiplenmelidirler ve elde tutmalıdırlar.”
Bu paragrafta kullanılan dilin ve kavramların erkeklerin hâkim kesimi tarafından belirlendiği görülmektedir. Burada dilin kendisini yalnızca kendisini özgür ve insan (“adam”) olarak tanımlayan erkeklerin hâkim kesimi tarafından kurulduğu açıktır.
Kadın hakları bakımında bu eleştiri neredeyse tüm yazılı tarihin kapsadığı yüzyıllar için yapılabilir ve bu hemen her zaman doğru olacaktır. Fakat bu haklı ilkesel eleştiri bu paragrafta saklı daha ilkesel bir ifadenin olduğunu görmemizi engellememelidir. Burada hemen ilk bakışta dikkat çeken, “krallığın özgür adamlarına” bazı “özgürlükler” verildiğidir. Bu özgürlükler, kendisi de özgür olan “adamlar” tarafından veriliyor. Demek ki, özgürlükler ancak özgür olanlar tarafından verilebiliyor ve verilen özgürlükler ancak özgür olanlar tarafından alınabiliyor. Kısacası, ilk bakışta bir paradoks gibi gözükse de asıl söylenmek istenen, ancak özgürlerin özgürleştirebileceğidir. Bilinci özgür olmayan ve bakışında özgürlük olmayanların pratiği özgür olamaz ve dolayısıyla özgürleştiremezler. Öyleyse, özgürlük ancak özgürlerin eseri olabilir ve özgürler özgürleştirmekten başka bir şey yapamazlar.
Yukarıda alıntıladığım pasajda özgürlük kavramı bazı “adamları” nitelendiren bir sıfat olarak kullanılıyor. Ama bu kavram aynı zamanda çoğul halinde “özgürlükler” olarak da kullanılıyor ve (kavramı modernleştirerek kullanacak olursak) özgür insanın özgürlüklerinin olduğuna ve özgür insanın özgürlükleri dolayısıyla özgür olduğuna işaret ediliyor. Bu bakımdan kavramın bu çoğul kullanımına yakından bakmak gerekmektedir.
Burada kilit kavram “sahiplenme” ve “elde tutma” kavramlarıdır. Bu kavramlar bize özgürlük kavramından ne anlaşıldığını gösteriyor. Sahiplenme ve elde tutma kavramları yapma, etme, tutma, malik olma, sahiplenme anlamında özgürlükleri içermektedir. Bu kavramların hepsi ‘pozitif özgürlük’ kavramını çağrıştıran, dolayısıyla hak kavramına işaret eden kavramlardır. Öyleyse, Magna Charta’nın ilk paragrafında açıkça adı konmasa da özgürlük kavramı ile hak kavramı arasında bir eş anlamlılık ilişkisi kuruluyor.
Burada bir 17. yüzyıl filozofu olan Thomas Hobbes’un hak kavramına bakmak, her iki kavramın anlam bakımından karşılıklı koşutluğunu ve eş anlamlılığını gösterecektir. Hobbes, Leviathan’ın 14. bölümünde hak (right) ile yasa / hukuk (law) arasında ayrım yapar. Bu iki kavram arasında olan fark, özgürlük ile yükümlülük kavramları arasında olan fark gibidir. Hak özgürlüğe ve yasa yükümlülüğe işaret etmektedir.
Çağdaş felsefe ansiklopedilerinde Hobbes’un yaptığı bu ayrım nesnel hukuk ve öznel hukuk kavramları üzerinde tartışılır.
Dolayısıyla hak kavramının diğer adı özgürlüktür.
Hak kavramına en çarpıcı ve tutarlı modern anlamı Jean-Jacques Rousseau vermiştir denebilir. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde (üçüncü bölümde) “güçlü olanın hakkı” kavramının çelişkili, hatta hak kavramını dışlayan bir kavram olduğuna işaret ediyor. Rousseau’ya göre güç kavramı “fiziksel bir şeydir”, fakat hak kavramı irade ve gönüllülük talep eden bir kavramdır. Bu nedenle “hak sözcüğü güç sözcüğüne” içerik bakımından “hiçbir şey katmaz” diyor Rousseau. Dolayısıyla “en güçlünün hakkı kavramı” Rousseau açısından “saçma” bir kavramdır. Aynı şekilde Rousseau “kölelik hakkı” kavramının da saçma bir kavram olduğuna dikkat çekiyor: “kölelik hakkı yalnızca meşru olmadığı için değil, saçma ve anlamsız olduğu için de boş bir şeydir.” Şöyle devam ediyor Rousseau: Kölelik ve hak çelişkili bir kavramdır; birbirlerini dışlarlar.” Kölenin varlığı aynı zamanda efendinin varlığını da şart koşar. Efendi güçlü olandır, dolayısıyla yasa koyandır. Fakat efendinin koyduğu yasa hak kavramını içermez. Zira güçlü olanın hakkı diye bir şey olamaz Rousseau’ya göre. Hak kavramı zorunlu olarak özgürlük ve eşitlik kavramını içermektedir ve hak, örneğin eğitim, barınak, çalışma hakkı gibi farklı biçimde de olsa, herkes tarafından paylaşılabildiği oranda tam anlamıyla bir hak olabilir. Bir kişinin veya bir grubun tek başına sahip olduğu hak, yani başkaları tarafından paylaşılmayan veya sadece sınırlı bir şekilde paylaşılan “hak”, hak değil en fazla imtiyaz olabilir.
12 Haziran 1776 tarihli Virginia Haklar Beyannamesi’nin ilk maddesinde “Tüm insanlar doğadan aynı ölçüde özgür ve bağımsızdırlar ve doğuştan bazı haklara sahiptirler” denir. Bu haklar hiçbir şekilde ellerinden alınamaz, alınıp satılamaz ve henüz doğmamış gelecek kuşakların bu hakları da sözleşmelerle vesaire hiçbir şekilde gasp edilemez. Virginia Haklar Beyannamesi, Magna Charta’dan aktarmış olduğum pasajda dile gelen ruhunu en azından özgürlük meselesinin başa konması bakımından sürdürüyor. Virginia Haklar Beyannamesi’nin birinci maddesinde şöyle deniyor:
“Tüm insanlar doğadan aynı şekilde özgür ve bağımsızdır ve doğuştan gelen belli haklara sahiptirler; toplum durumuna geçerlerse hiçbir sözleşmeyle gelecek kuşakların bu haklarını gasp edemezler veya ellerinden alamazlar; bunlar yaşam ve özgürlük, mülkiyet elde etme ve sahiplenme ve mutluluğunu ve güvenliğini amaçlama ve elde etme hakkıdır.”
Doğal hukuk tartışmalarının modern felsefede en önemli kaynaklarından olan Samuel Pufendorf, The Whole Duty of Men adlı eserinde “insanın bir insan heyeti karşısında eylemlerinden dolayı hesap verebilmesi için her insanın eylemlerinde en azından ‘spontane veya doğal özgürlük’ durumunun olduğunu tespit edebilmeliyiz”, der. Ancak bu koşul yerine geldiği oranda insanın eylemlerinde aynı zamanda en azından iradeye sahip olduğunu tespit edebilir. Zira, diyor Pufendorf, eğer “bir yerde mutlak seçme özgürlüğü tamamıyla gasp edilirse, orada eylemin sahibi eyleyen adam değil, tersine, ona böyle davranma zorunluluğunu empoze edendir”. Bu durumda, eyleyen kimse, yani fail gerçekleştirdiği eylemi istemeden gücü ve uzuvlarıyla yapmaya zorlanmıştır. Bu nedenle zorlanan kişinin eylemlerinden dolayı en azından ahlaken, yani vicdan hukuku bakımından sorumlu tutulması mümkün değildir. Fakat pozitif hukuk bakımından durum değişebilir.
Virginia Haklar Beyannamesi’nin bu belirlemesi aynı yıla ait Bağımsızlık Beyannamesi’nde ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nde ve son olarak Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nde farklı biçimlerde gelişerek, dönüşerek, değişerek ve somutlaşarak bugünkü son ifadesini bulmuştur.
Magna Charta’nın birinci maddesinden aktardığım pasaj, hak kavramının bir başka anlam boyutuna daha işaret ediyor. Bu, “sahiplenmelidirler ve elde tutmalıdırlar” sözlerinde ifade ediliyor. Bu kendisini aynı zamanda Yıldız Moran’ın Eş anlamlı Sözcükler ve Karşıt Anlamları Sözlüğü’nde hak kavramına dair vermiş olduğu ‘sayısız’ eş anlamlı sözcükler tarafından da teyit edilmektedir. Sahiplenme ve elde tutma, pay alma, var olan her ne ise onda hissesi bulunma, onda paya veya parçaya sahip olma anlamlarına gelir –ki bu hak kavramında saklı diğer kavrama, yani Moran’ın da işaret ettiği gibi adalet kavramına gönderme yapar. Öyleyse, hak kavramında pay alma, var olan ortak bir şeyden kendinin olanı alma, yani üleş, yani paylaşma kavramı da saklıdır.
Hobbes hak kavramı hakkın kullanılması için yalnızca formel çerçevenin oluşturulmasının tek başına yeterli olmadığına, bunun için maddi koşulların sunulmasının da şart olduğuna dikkat çekmektedir. Hobbes’un bu belirlemesi bireysel özgürlüğün ancak toplumsal olarak mümkün olduğunu göstermektedir. Zira bireyin hakkının gerçekleşmesinin maddi koşullarını ancak toplum sunabilir.
Burada, hak kavramında ifadesini bulan özgürlük ve adalet kavramlarında elbette eşitlik kavramı da saklıdır. Bu bakımdan özgürlük, eşitlik ve adalet kavramları birbirini şart koşan kavramlardır. Eşitlik olmadan özgürlük olamayacağı gibi, özgürlük olmadan adalet de olmaz. Aynı şekilde özgürlük ilkesinden yoksun bir eşitlik kavramı eşitliği despotizme dönüştürür. Bu üç kavramın burada söz konusu olan politik anlamlarının yanında “doğruluk”, “dürüstlük” ve “hakkaniyet” gibi ahlak ile ilgili anlamları da vardır. Bu nedenle hak kavramını yalnızca hukuki ve politik bir kavram olarak ele almamak gerekir. Hak kavramının aynı zamanda doğrudan ahlaklılığı içeren bir anlamı da vardır. Moran bu nedenle bu kavramlara insaflılık, insanlık / insaniyet ve vicdan gibi eş anlamlı kavramları da ekler.
Montesquieu: Yasaların sınıflandırılması ve tanımlanması
Güncel hak ve hukuk tartışmalarında, örneğin John Rawls ve Ronald Dworkin’in eserlerinden hareketle gelişen güncel adalet ve hukuk tartışmalarında, pozitif hukuk ve normatif hukuk tartışmaları bağlamında önemli rol oynayan “doğal hukuk” ve “pozitif hukuk” ayrımını Thomas Hobbes’a borçluyuz. Samuel Pufendorf bu iki hukuk sistemini De officio hominis et civis temel edinmektedir. Bu eserinde Pufendorf, insanın tüm eylem alanlarına ve bağlamlarına bu iki hukuk sistemini uygular. Pufendorf’un bu eseri İngilizceye The Whole Duty of Men (İnsanın Tüm Yükümlülükleri) olarak çevrildi. Latincesinden doğrudan çevirince İnsanın ve Yurttaşın Yükümlülükleri Hakkında diye çevirebileceğimiz eserinden 70 yıl sonra yayınlanan Yasaların Ruhu adlı eserinde Montesquieu, bu iki kavrama bugüne kadar etkili olan bazı açıklamalar getirir.
Montesquieu, insanı tutkuları olan bir varlık olarak tanımlıyor. Bu tutkular onu yaratanına karşı yükümlülüklerini unutmaya götürebilir. Bu nedenle dinin yasaları vardır ve bunlar insana Tanrıya karşı yükümlülükleri olduğunu hatırlatır. Montesquieu’ye göre, filozoflar insanlara Tanrıya karşı olan yükümlülüklerini hatırlatmak yerine, onlara vicdanlarına karşı yükümlülükleri olduğunu hatırlatır ve dinin yasaları yerine ahlakın yasalarına işaret eder. İnsan toplumsal bir varlıktır. Fakat tutkuları ona diğer yurttaşlara karşı olan yükümlülüklerini unutturabilir. Bu durumda, yasamanın çıkardığı politik ve sivil yasalar ona bu konuda olan yükümlülüklerini hatırlatır.
Doğa yasası: Fakat Montasquieu’ye göre, bu yasalardan önce doğal hukuk gelir. Neden doğal hukuk? Montesquieu, doğal hukuka bu ad verilmiştir, ona doğal hukuk denir, “çünkü onlar biricik bir şekilde bizim varlığımızın kuruluşundan gelmektedir. Doğa yasalarını iyi bilmek için bir insanın üzerine toplumların kuruluşundan öncesinde düşünmek gerekir. Böyle bir durumda insanın kabul edeceği yasalar doğal yasalar olacaktır.” Montesquieu’ye göre doğa durumundaki insanın ilk yasası, yani yükümlülüğü “barıştır”.
Öyleyse, Montesquieu’ye göre insanın canlı bir varlık olarak yapısından kaynaklanan ilk yasa, barış yasasıdır. Montesquieu bununla, her bir insanın kendisine karşı olan yaşamını koruma yükümlüğüne işaret eder. Başka bir deyişle, bunu tersinden söyleyecek olursak ilk doğa yasası, ki bu aslında bir haktır, yani herkesin ilk doğal hakkı yaşam hakkıdır.
Thomas Hobbes, doğa yasalarını aynı zamanda aklın yasaları olarak tanımlıyor; çünkü Hobbes’a göre doğa yasaları akıl tarafından keşfedilmektedir ve böylece akıl tarafından bir buyruk olarak konmaktadır. Immanuel Kant, doğa yasalarını olduğu gibi diğer tüm yasaları ve hakları insanın kuruluşundan değil de akıldan kazanmak gerektiğini ileri sürüyor, çünkü insanın doğası kavramı onun için temel alınabilecek kadar sağlam bir temel oluşturmamaktadır.
Barış veya yaşam hakkı birinci doğa yasadır öyleyse. İkinci doğa yasası, yaşamı muhafaza etmek için, yani beslenmek için gerekli araç ve gereçlerin sağlanmasıdır. Üçüncü doğa yasası, aynı türden olan canlıların birbirlerinin varlığından aldıkları karşılıklı haz ile ilgilidir ve buna Montesquieu “doğal dilek” yasası diyor. Dördüncü doğa yasası epistemolojik bir yasadır ve insanların bilgi kazanma ve kazanmış oldukları bilgiyi paylaşma yasasıdır.
Pozitif yasalar: Montesquieu’ye göre doğa durumundan kaynaklanan doğa yasalarının yanında bir de pozitif yasalar vardır. Pozitif yasaların üç ayağı vardır. Bunlar, ulusların birbirleriyle ilişkisinden kaynaklanan haklardır. Montesquieu bu haklara “ulusların hakları” diyor. Ulusların yasaları savaş ve barış durumunu, zafer ve fetih ve yenilgi ve işgal durumlarını konu edinir. Bu konuda bugüne kadar en temel eser Hugo Grotius’un üç ciltten oluşan ve ilk defa 1625 yılında yayınlanan De Iure Belli ac Pactis (Savaş ve Barışın Yasaları) adlı eseridir. Grotius’a göre ulusların birbirleriyle olan ilişkisi, ona temel oluşturacak ortak bir sivil yasaya dayanmadığı için savaş ve barışın konusu olur.
Pozitif hukukun taşıyıcı diğer iki sütunu politik haklardan ve sivil haklardan oluşmaktadır. Politik haklar, toplumların var olabilmesi için hükumet kurmak, yani politik bir durum oluşturmak zorunda olmalarından kaynaklanır. Politik durum, toplumu oluşturan tüm bireylerin güçlerini birleştirmeleriyle oluşur. Öyleyse, politik durum tüm bireylerin güçlerini birleştirmeleriyle oluşmuş olur. Politik haklar, politik duruma tekabül eder ve hükmedenlerle hükmedilenler arasındaki ilişkiyi düzenleyen hakların toplamına politik yasalar denir.
Sivil haklar tüm bireylerin iradelerini birleştirmesiyle oluşan sivil duruma tekabül eder. Tüm bireylerin iradelerini birleştirip, sivil durumu oluşturmaları aynı zamanda politik durumun oluşturulmasının da ön koşuludur. Sivil durumda iradelerini birleştiren yurttaşlar birbirleriyle ilişkilenirler. Montesquieu’nün Yasaların Ruhu’nda ortaya koyduğu gibi, yurttaşların sivil durumda birbirleriyle olan ilişkisinde birbirlerine karşı oluşan haklara sivil haklar diyoruz.
Adam Smith ve insanın insan olarak haklarının belirlenmesi
İskoç filozof Adam Smith, genellikle ekonomik başyapıtı olan Ulusların Zenginliği ile bilinir. Oysa Smith’in devasa bir ahlak kitabı vardır. Bu eser Ahlaki Duygular Kuramı adı altında geçtiğimiz günlerde ilk defa Türkçe yayınlanmıştır. Smith’in bir de üzerinde ömür boyu çalıştığı, fakat bitiremeyince tüm manüskriptini yaktırdığı hukuk felsefesi kitabı çalışması olmuştur. Yok edilen çalışmanın yerine büyük bir şans eseri bize ulaşan 1762-63 ve 1766 yıllarında Glasgow Üniversitesi’nde verdiği derslerin öğrenciler tarafından tutulan ders notları vardır. Lectures on Jurisprudence adıyla derlenip yayınlanan bu ders notlarında, Smith insanın insan olarak tüm doğal haklarının alanlarını tanımlamaya girişir. Bunu yaparken, Pufendorf’un İnsanın ve Yurttaşın Yükümlülükleri Hakkında adlı eserinin ilk bölümünde insanın eylemlerinin tüm alanlarını ve bağlamlarını belirleme çabasını ölçü alır.
Her şeyden önce, Smith’in Pufendor’tan üstlendiği, fakat kaynağı aslında Grotius’un 1625 yılında yayınlanan Savaş ve Barışın Yasaları’nda geçen bir kavramsal ayrıma dikkat çekmek istiyorum. Smith, Hukuk Felsefesi Üzerine Dersler’inde derslerinde “mükemmel olan” ve “mükemmel olmayan” haklar arasında ayrım yapar: jura perfecta ve jura impercta.
Mükemmel haklar hangileridir? Smith’e göre “mükemmel haklar, bizim başkalarından talep etme hakkımız olan ve reddedilirse diğerini (hakkımızı -DG) yerine getirmek üzere zorlama hakkımız olan” haklardır. Mükemmel olmayan haklar, diğerleri tarafından bizim için yerine getirmeleri gereken haklardır. Fakat mükemmel olmayan haklar mükemmel olan haklarla kıyaslanınca diğerleri tarafından yerine getirilmemesi durumunda talep etme ve zorlama hakkımız olmayan haklardır. Örneğin bilgili ve aydınlatıcı bir insanı herkes alkışlamalı ve kutlamalıdır, fakat kimseyi söz konusu kişiyi alkışlamaya zorlayamayız. Mükemmel haklar değiş-tokuş (commutative) adaletine ve mükemmel olmayan haklar ise paylaştırıcı / bölüştürücü (distributive) adalete denk gelmektedir.
Nedir o halde insanın insan olarak doğal hakları? Bunlar “bir insana insan olarak ait olan haklardır”. Smith, insanın tüm etkinlik alanlarını aynı zamanda yaralanabilirlik alanları olarak belirliyor. İnsanın insan olarak doğal hakları, diyor Smith, üç bakımdan ihlal edilebilir. Bunlar (birincisi) insanın kişiliği ile ilgili olabilir, ikincisi kişinin itibarıyla ilgili olabilir ve üçüncüsü insanın hakları mülkiyeti bakımından ihlal edilebilir. Bir başka yerde Smith, insanın insan olarak doğal haklarının ihlal edilmesini başka üç bağlamda ele alıyor. Bunlar (bir) insanın insan olarak doğal haklarının ihlal edilmesi, iki, aile ferdi olarak ve üçüncüsü, insanın yurttaş olarak haklarının ihlal edilmesidir.
Bir insanın kişilik hakları hangi bakımdan ihlal edilebilir? “İki yolla”, diyor Smith. Bunlar (birincisi) öldürme, yaralama veya sakatlama veya başka herhangi bir yol ile vücuduna acı vererek. İkincisi, insanın insan olarak hakkı, onun özgürlüğü, yani her bakımdan hareket alanı kısıtlanarak ihlal edilebilir. İnsanın bir aile ferdi olarak hakları, ailesine mensup kişilere yönelik ahlaki ve / veya fiziksel bir saldırı gerçekleşmesi durumunda ihlal edilmiş olur. Üçüncüsü, bir insanın anayasa ve yasalar çerçevesinde tanımlanmış olan haklarından yararlanması ve / veya yurttaşlık yükümlülüklerini yerine getirirken engellenirse, o kişinin yurttaş olarak hakları ihlal edilmiş olur.
İnsanın insan olarak bir hakkı olan itibar görme hakkı ne zaman ihlal edilmiş olur? “Bir insanın itibarı, birisi tarafından onun karakteri insanlar arasında herkese ortak olan standardın altına çekilmeye çalışılırsa” yaralanmış olur. Örneğin birisi onu “soytarı”, “budala”, “salak”, “aptal” gibi kavramlarla çağırırsa ona karşı onur kırıcı davranmış olur ve böylece onun itibarı yaralanmış olur. Bu, bir insanın insan olarak itibar görme hakkının ihlal edilmesi anlamına gelir.
Eğer birisi bir insanı, daha yüce kavramlarla çağrılmayı hak etmesine karşın basit bir şekilde “iyi huylu” insan olarak tanımlarsa da söz konusu kişinin itibarı zedelenmiş olur. Fakat bu durumda mükemmel haklar ile mükemmel olmayan haklar arasında yapılan ayrım devreye girer. Bu durumda insana hakaret söz konusu olmadığı için, söz konusu kişiyi diğerine karşı kimse daha yüceltici sözler kullanmaya zorlayamaz. Ondan bunu yapması beklenir, fakat onu buna kimse zorlayamaz.
Hegel ve bir özgürlükler sistemi olarak hukuk
Hegel Hukuk Felsefesi adlı eserinde yasa (Gesetz) ve hak / hukuk (Recht) arasında önemli bir ayrım yapar. Yasalar basit bir şekilde insanlar tarafından yapılır. Yasalar örneğin avukatların, savcıların ve yargıçların konusudur. Yasalar yapılırken sıkça gerçek ve doğrudan çok çıkarlar, güçler dengesi ve başka birçok kaygı belirleyici olabilir. Bu, yasalar sistemini sıkça kendi içinde öyle bir çelişkili hale getirir ki, onların çelişkili yapısının içinden o yasaları yapanların kendileri bile çıkamaz. Fakat hak basit bir şekilde duruma, güçler dengesine göre veya başka nedenlerle ve kaygılarla bazen öyle veya bazen böyle belirlenemez. Hak insana insan olmasından dolayı gelen özgürlüktür. Özgürlük, toplumda yapma ve sahip olma hakkı anlamına gelir. Bundan dolayı Hegel, hukuku yasalar sisteminden farklı olarak haklar, yani özgürlükler sistemi olarak tanımlar. Özgürlüğün gerçekleştirilmesi formel yani hukuksal düzenlemeleri şart koştuğu gibi maddi olanakların varlığını da gerektirir. Bu nedenle sözcüğün en derin ve en geniş anlamında toplumun varlık nedeni özgürlüktür. Toplum bireylerine kendilerini her bakımdan geliştirmeleri ve gerçekleştirmeleri için tarihsel olarak mümkün olan tüm olanakları sunmakla yükümlüdür. Bu bakımdan Hegel’e göre, hukuk mücadelesinin amaçlarından birisi elbette her bir durumda adaletin tesis edilmesidir. Fakat hukuk mücadelesinin bir de uzun erimli amacı vardır –ki bu, yasalar sistemini bir özgürlükler sistemi olan hukuk sistemiyle uyumlu hale getirmektir.
1 yorum
Peygamber üzerinden DİN konuşulur, tartışılır mı?
DİN sahibi ALLAH değil mi?
KUR’AN nerede?!
Toplumda yaşanan şeriat tartışmasında; ‘şeriatçı?!’ denilenler de, ilahiyatçı olduğunu iddia edenler de din’i, yaşadığı tarihsel dönem, doğruluğu tartışmalı tarihsel veriler, Peygamber sünneti?, Peygamber hadisi? diyerek hep peygamber üzerinden anlatıyorlar;
bir türlü ALLAH-TANRI’ya,
DİN hükümlerinin TEK kaynağı KUR’AN AYETLERİ’ne gelemiyorlar, KUR’AN bilgisine çağırmıyorlar?!
ALLAH-TANRI’nın Peygamberine, tapınır halde yaşayanlar;
tekellerine aldıkları KUR’AN’ı da Arapça anlamadan, makamlı, şarkı gibi okutup, ölülere üfürme kitabı yaparak içerdiği yaşamın en değerli TANRI-ALLAH bilgilerine insanların ulaşmasını engelliyorlar.
Yaklaşık binbeşyüzyıl önce yaşamış bir İNSAN Muhammed Peygamber; KUR’AN tebliğ görevi bitince ölmüş!
Aziz Muhammed, ALLAH tarafından Peygamber yapılarak insanlığın
en üst mertebesine zaten çıkarılmış. İnsanlığın en zorlu mücadelesini veren peygamberi, kutsallaştırıp; Yaratıcısı ALLAH-TANRI’ya ortak etmek elçiye, verdiği mücadeleye, aziz hatırasına İFTİRA!
AZÎZ Peygamberi,
sadece Yaratıcısının Sözlerinden tanımak, Yaratıcısının BİLGİ kaynağı KUR’AN’dan anlamak en sağlıklı yol!
En doğru, en gerçek haliyle,
KUR’AN’da elçi Muhammed Ayetleri!
(Necm,56)”Daha önce uyaran elçiler gibi, Muhammed de bir uyarıcıdır.”
(İsra,93)”De ki, ‘Ben Allah’ın görevlendirdiği elçi olan bir insandan başka neyim ki?”
(Yunus,15)”Ey Muhammed! Bize bu Kur’an’dan başka bir Kur’an getir veya Kur’an’ı değiştir diyenlere, de ki, ‘Kur’an’ı değiştirmem hiç mümkün değil. Çünkü ben, yalnızca bana vahyedilen Kur’an’a uymak zorundayım. Kur’an dışında kendiliğimden bir söz uyduramam.”
(En’am,106)”Rabbinden sana vahyedilene-Kur’an’a uy!”
(Kaf,45)”Görevin sadece bildirmek, uyarmaktır. Sana gelenlere Kur’an ile öğüt ver.”
(En’am,114)”Allah, size Kur’an’ı en ayrıntılı olarak indirmişken, Allah’tan başkasının sözlerine mi uyayım?”
(Sebe,50)”De ki, ‘Ben saparsam kendi kusurumdandır, doğru yola girmişsem Rabbimin bana vahyettiği Kur’an sayesindedir.’ ”
(En’am,163,164)”Allah’ın yasa koymada ortağı yoktur. De ki: ‘Allah, her şeyin Rabbi iken, başka bir Rabb-kural koyucu mu arayayım?’ ”
(Câsiye,6,-Mürselat,50-A’raf,185) “Ortak koşucular, Kur’an’dan başka hangi hadise inanıyorlar?”
(Ahkaf,9)”De ki, ‘Ben, elçilerin ilki değilim, benden önce de birçok elçiler geldi. Ben, sadece bana vahyedilen Kur’an’a uyuyorum.’ ”
(Nahl,35)”Elçilerin Vahyi tebliğ etmekten başka ne görevi var?”
(Hakka,44-46)”Eğer Peygamber sözler uydurup-kendi sözlerini Allah’ın Kur’an’ıyla eş tutmuş olsaydı, peygamberi kıskıvrak yakalar, can damarını keserdik.”
(Ahzab,40)”Muhammed, Allah’ın elçisi ve nebilerin sonuncusudur.”
(Ra’d,43)”Ey Muhammed! ‘Sen, gönderilmiş bir elçi değilsin’, diyorlar. De ki, ‘Şahit olarak Allah yeter, bir de Kur’an bilgisine sahip olanların tanıklığı.’ ”
(Kehf,54)”Yemin olsun! Kur’an’da insanlar için, her şeyi ayrı ayrı örnek vererek açıkladık. Fakat insanların çoğunun tek yaptığı tartışmak.”
Dinin TEK kaynağı KUR’AN mı, Peygamber hayatı mı?
Din deyince ALLAH-TANRI-KUR’AN mı konuşulacak, Peygamber ve sünneti-hadisi(?!), doğruluğu tartışmalı tarihi mi?
Tarihsel bilgi gerektiğinde; ALLAH-TANRI, KUR’AN içinde gerekli olanı, gerektiği kadar vermiş. Örnek mi? Peygamber eşi Ayşe’ye namusu üzerinden yapılan iftirayı deşifre edip anlatmış ve tarihsel anlatım içinde evrensel ahlâkî ilkesi ile de nokta atışını yapmış.
(Nur,4)”İftira edenin ömür boyu tanıklığını kabul etmeyin.”
KUR’AN; seçtiği tarihsel olaylar içinde insanlığa gerekli tüm evrensel ahlâkî ilkeleri vermektedir. İnsanlığa gerekli olan da, aydınlatacak olan da bu evrensel TANRI-ALLAH yasalarıdır.
(Nahl,52)”Dinin TEK sahibi Allah!
(Zümer,3)”Din SADECE Allah’ın!
(Yusuf,40)”Hüküm SADECE Allah’ın!
(En’am,38)”Tüm hükümler eksiksiz SADECE KUR’AN’da!
(Ankebut,18)”Elçinin görevi sadece, Allah’ın ayetlerini tebliğ etmektir.”
(Yunus,99)”Ey Muhammed! Eğer Rabbin isteseydi, yeryüzünde bulunanların tümü inanırdı. Hâl böyleyken, insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?”
(Tegabün,2)”Sizi yaratan Allah’tır. Kimi inkâr eder, kimi inanır.”
(Kehf,29)”Kur’an Rabbinizden gelen Gerçektir. Dileyen inansın, dileyen inanmasın.”
‘İnanç’ özgür iradeli, bilinçli tercih.
Herkes inanıp inanmamakta
özgür olduğu gibi,
inancını da istediği gibi
yaşamakta özgür. Kim neye istiyorsa ona inansın, neye-nasıl inanmak istiyorsa öyle inansın, isterse inanmasın, yeter ki zorlama, tercihlere baskı olmasın.
KUR’AN, inancın arınması, özgürleşmesi için var!
(Bakara,256)”Dinde zorlama yok.”
(Lokman,33-Fâtır,5)”Hiç bir aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın.”
(Ankebut,2)”İnsanlar sadece ‘İnandık’ demeleriyle ve sınava çekilmeden bırakılacaklarını mı sanıyorlar?”
Tanrı bile, ‘inanç-din’ konusunda özgür bıraktığını ama insanların ‘inancı-dini’ birbirini aldatmak, zorlamak için kullanabileceğinin uyarısını yaparken ve de üstelik ‘inandığını’ iddia edenin de samimiyet testi için sınava tâbi tutulacağını söylerken;
kimin gerçekten ‘inanan’ olduğuna insanlar karar verebilir mi?!
Karar, Söz’ün-KUR’AN’ın sahibi TANRI’da!
(Tekvir,27,28)”Kur’an âlemler için bir hatırlatma-bilgi-uyarı-öğütten başka bir şey değildir; gerçeklerden yana doğruyu bulmak isteyenler için.”
(Yunus,37)”Kur’an Allah’tandır. Kitap’ı-Kendisini ayrıntılı açıklar.”
(Âli İmran,7)”Allah, Kur’an’ı indirdi. Kur’an’ın bazı ayetleri kesin anlamlı ayetlerdir. Diğerleri de benzeşen-çok anlamlılardır. Çok anlamlıları bilgi sahibi olmayanlar kavrayamaz. Kalplerinde ve düşüncelerinde kötü niyet olanlar, ortak koşmaya sürüklemek-çıkarlarına bir yol bulmak için, bâtıl iddia ve önyargılarını Kur’an’a onaylatmak amacıyla, anlamını rahatça çarpıtabileceklerini düşündükleri müteşabih-benzeşen Ayetleri bile bile yanlış anlamlandırırlar. Oysa onların uygun anlamlarını bilgide uzman olanlar bilir-ayetler arası bağlantıyı, bilim adamları yapabilir.”
İnsanlık bilimsel çalışmalarla uzay çağına ulaşmışken;
dini tekellerine almış zalimlerin zulmü, iftiraları yüzünden, KUR’AN indiği çağdan, Peygamber tarihinden bir adım ileri gidemiyor.
KUR’AN, ALLAH-TANRI’nın ilgi, sevgi ile yarattığı insanlar için kurduğu sistemin anayasası olduğundan ALLAH-TANRI’yı anlamak, tanımak için okunmalı!
İlahiyatçı akademisyenlerin(prof.) oluşturduğu büyük bir grup oturup Maturidi hakkında koskocaman bir cilt kitap yazmışlar.
Keşke ‘yaratılmış kul-Maturidi’ anlatımı, yerine;
ALLAH-TANRI anlatımı olan KUR’AN’ın çok iyi anlaşılması için, KUR’AN Türkçe çevirisi için bu grup çalışmasını yapmış olsalardı!
KUR’AN’ın başka dillere çevirisi, özellikle biz Türkçe okuryazarlar için Türkçe’ye çevirisi-Meali, ilahiyatçı akademisyenler tarafından;
geleneksel kabullerin, alınan yanlış eğitimlerin, insanî duyguların, hikaye, rivayet, mitolojik öykülerin etkisinden arınmış, temizlenmiş tamamen objektif, tarafsız,
Türk diline, Arapça ve tüm Sami dillere kök anlam araştırması yapabilecek kadar hâkim, çevirinin tüm bilimsel metodları ile yapılmalı; bu şart, gerekli, elzem ve zorunlu tek kural olmalı!
Elinde sadece günah ölçerle suçlu bulup cehenneme(?!) atmak için bekleyenmiş gibi anlatımlarla;
ALLAH-TANRI’ya akıl almaz, sınırsız, hadsiz, saygısız, zulüm derecesinde aşırı iftiralar edilmektedir.
Sevgi ile yarattığı, tüm nimetleri hizmetine verdiği kulları yakmak?!
(En’am,12)”Allah, kullarına sevgi ve şefkati kendisine ilke edinmiştir.”
(Haşr,22)” O, her şeye sevgi ile hakim olan Allah’tır.
(Nisa,40)”Allah, zerrece haksızlık etmez ki.”
(Yunus,44)”Allah insanlara asla zulmetmez.”
(Zümer,36)”Allah, kuluna yetmez mi?”
(Ankebut,51)”Kur’an yeterli değil mi-yetmiyor mu-yetmez mi?”