Bu hafta bazı “Okuyucu Mektupları”nı köşeme taşımak ve bu vesileyle periyodik yazı yazmanın ‘güzelliklerinden’ birisini sizlerle paylaşmak istiyorum. Daha önce defalarca yazdım; okunduğunu bilmek hoş bir duygu. Size katılmadıklarını söyleyen içerikte bile olsa, okunduğunuzun bir göstergesi olan “okuyucu mektupları” da fevkalade keyif verici. Bu “okuyucu mektupları”nın bir kısmı sizi destekler mahiyette veya son derece yapıcı eleştiriler şeklinde olsa da bazıları da öfke ve isyan dolu oluyor. Her ikisi de bir yazar için çok değerli ve anlamlı olsa da ben bu hafta sizlerle ikinci gruba giren birkaç tanesini paylaşmak istedim. Öncelikle yazılarımda kullandığım dil ile ilgili olarak sözlü veya yazılı olarak bana eleştirilerini iletenlere bir cevap; yazılarımda ‘eski dil’ kullanıyormuşum. Doğrusunu söylemek gerekirse bu yaptığım bilinçli bir tercih. Eskiden, –yani 20. yüzyılın ilk yarısında- bu ülkede daha güzel bir dil konuşuluyormuş. Zaman içinde bu dilin belli kelimeleri unutulup, başkaları ile değiştirilmiş. Yeni ikmal edilen kelimelerin bazıları çok hoş ve uygun kelimeler olurken bazıları da son derece yavan ve yapmacık olmuş. Ben de, anlaşılması çok zor olanlar ve çoktan unutulanlar dışında hâlâ eğitimli insanların belli bir oranı tarafından bilinen kelimeleri kullanıyorum ve kullanmaya da devam edeceğim. Bu tercih, ‘yeni’ kelimeleri bilmemek veya kullanamamaktan değil. Türkçe olarak felsefe ve etik kitapları okumak ile ‘malul’ birisi olarak ve bu alanın ülkemizdeki akademisyenleri “uydurukça Türkçe”ye pek bir meraklı olduklarından, ‘o dili’ de belli ölçüde bilirim, ama dedim ya kişisel tercih. Bir de, ‘part-time’ etikçi, ‘some-time’ tıp tarihçisi olduğumdan Osmanlıya ve Osmanlıcaya olan ünsiyetim (alışkanlığım) yadırganmamalı.
Aktarmak istediğim ilk mesaj 11 Haziran 2007 tarihli “Sigaranın Zeka Üzerine Etkisi: Yerseniz-Pardon! İçerseniz-” başlıklı yazım üzerine. Yazımdan rahatsızlık duymuş olan nikotin bağımlısı bir okuyucu son derece nazik bir mesaj göndermiş. Sigaranın zekâ üzerine olan etkisini ispat eden bu mesajda sayın okuyucu şöyle demiş: “Sayın Doktor, sigara her yıl milyonlarca insanın ölümüne yol açan trafik kazalarında ölenlerden yaklaşık 1/10 daha az insanın ölümüne sebep olmaktadır. Egzost gazında bulunan kanserojen maddelerden dolayı 14 kat daha fazla insan telef oluyor, üstelik bu ölüme sebebiyet veren sürücü ile ölen şahıs birbirlerini hiç görmemiş ve beşeri hiçbir ilişkisi olmayan insanlardır. Adeta tepeden inme acil ölümdür. Buna karşın sigaranın vereceği zararları biz dostlarımızla paylaşıyoruz.” Başka ne mi demiş? “Türkiye’de milyonlarca kişinin tütün ekerek yaşamını sürdürmeye çalıştığını düşünürseniz bu kadar yurttaşımızı işsiz kalışını ve uygulanamayacak vergi kaybını nasıl karşılayacağınızı da bir akademisyen olarak düşünebileceğinizi umarım.” Bu da yetmemiş; “Her sigara yasağından sonra satışların arttığını çok iyi bilen satıcı şirketlerin zil takıp oynadıklarını biliyor musunuz? Alet olmayın lütfen” demiş. Ey tütün! Sen nelere kadirsin. İnsanların zekâsını açıyor, böyle derin sosyolojik, ekonomik ve politik analizler yaptırıyorsun.
Tabii her okuyucu bir önceki mesajı yazan Hamdi Bey kadar kibar ve yumuşak olmuyor. Örneğin Mehmet isimli bir okuyucu öyle “zehir-zemberek” bir mesaj yazmış ki, demeyin gitsin. Değerli okuyucum, “Allah aşkına ne diye yazarsınız siz. Tutarlı, ne olduğu anlaşılır, neye hizmet ettiği belli, neden sonuç ilişkileri olan tek bir yazınız yok.” diye başlamış. Ne “anakronik olarak tutarsız muhafazakârlığım” kalmış, ne de “entellektüel görüntü altında cerbeze yapmam.” Mehmet bey’e göre “bazı klasikleşmiş bilgilere sırf ilginç oluyor diye reddiye çiziktirmem artık mide bulandıracak raddeye gelmiş.” Üstelik bir de “Urfa’daki Harran Üniversitesinin yıkık dökük binasındaki tek ayağı kırık kürsümde, hiç anlamadığım ve yeteri kadar araştırmadığım halde oturup Batının Bilim Felsefesinin esaslarını madara (!) etmiş, 7. yüzyıla dayanan Batı Uygarlığı’nı bir kalemde çizmişim.” Sevgili okuyucum 5 hafta boyunca devam ettiğim “Büyüklere Masallar” yazı dizisi boyunca “Anadolu kahvehane sohbeti hurafelerini tekrarlayıp durmama sabretmiş ama ne zaman ki yine ilginç olma gayretkeşliğiyle hekim haklarının olamayacağını iddia etmişim” işte o zaman bütün mide bulantısını bastırıp bana yazmaya karar vermiş. “Hakkımızı İsteriz” Demenin Dayanılmaz ‘Hafifliği’ yazım sadece Mehmet Bey’i değil başkalarını da bir hayli sinirlendirmişti. Örneğin bir okuyucum bu yazıyı “Hariçten konuşmanın dayanılmaz hafifliği” olarak yorumlarken, “Gerçek Doktor” rumuzuyla yazan birisi de, “Neden Allah’ın Harran’ında ve neden deontoloji olduğunu ve neden doktorcuk olduğunu anlıyorum… Çalışsaydın sen de belki doktor olabilirdin.” deyivermiş.
Yukarıda yaptığım alıntılar özünde aynı kalmış olsa da, ya duyulan öfke nedeniyle zuhur eden kontrol kaybından, ya da yazanların dil yeteneklerinin sınırlı olmasından onlarca dil bilgisi hatasıyla doluydu. Sizlerin anlamasını kolaylaştırmak için ben onları düzgün cümleler haline getirdim. Tabii bu sevgili okurların hepsine ‘anlayacakları şekilde’ cevaplar yazdım. Bunlar kişiye özel olduğu için sizlerle paylaşmayacağım. Fakat bir şeyi tekrar etmek isterim. Yazmak kolay bir şey değildir. Hele ki ‘kokmaz-bulaşmaz’ yazılar yazmayı sevmiyorsanız. Sizinle aynı düşünmeyen pek çok kişi yazılarınızı okur. Ancak, Büyüklere Masallar yazımda ‘Son Söz’ olarak yazdığım gibi bu köşede yazdıklarım kendimce doğru olduğunu düşündüğüm şeyler ve onları her ortamda sonuna kadar savunmaya hazırım. Fakat bir akademisyen olarak, her konuda olduğu gibi bu köşede yazdıklarım konusunda da yanıldığım noktaları kendi içinde tutarlı olacak şekilde bana gösterenlere ancak minnet ve şükran duyarım.
Antitez, eleştiri ve yoruma, EVET! Hakaret, aşağılama ve kötü söze, HAYIR!