Hakediş, daha çok inşaat işlerinde kullanılan bir terim. İhale yüklenicisi olan firmalar, gerçekleştirdikleri inşaat durumuna göre hakediş hesaplarını tamamlayıp yetkili mercilere verdikten sonra hesaplamaların kontrolü yapılır. Müteahhitler ancak bundan sonra paralarını alabilirler. Kaç metreküp hafriyat yapmışlar, kaç ton demir kullanmışlar, ne kadar beton dökmüşlerse hesaplamalarda onlar baz alınır. Hiç kimse, hak ettiğinden farklı hesap gösteremez. Hak ettiğinden fazlasını alamaz.
Özel şirketlere bir göz attığımızda, hak ediş kurallarına çoğunlukla uyulduğunu görüyoruz. İşe eleman mı alınacak, istenilen özellikler alt alta yazılıp önce gazetelere ilan veriliyor. Özellikleri uygun olmayanlar işe giriş için müracaat bile edemiyorlar. Başvuruda bulunsalar bile baş vuruları daha işin başında kabul edilmiyor. Özel şirket işine yaramayacak olanı neden alsın ki. Çünkü işe girer girmez ondan hizmet ve üretim bekleniyor.
Gelin bir de devlet sektörüne göz atalım. İşe girişten tutun, yükselmelerde, tayinlerde, kişisel başarı ve özellikler çoğunlukla göz ardı ediliyor. Kimin adamısın, siyasi görüşün nedir, seni öneren kimdir? Ön plana çıkan sadece bunlar. Efendim kişi alınacak olan işten anlamıyormuş, girdikten sonra çalışacağı işe yabancı imiş, bu nedenle istenilen verim alınamazmış, verim almak için ille de bir yerlerde eğitim alması gerekirmiş, hiç önemli değil.
Yeni işe girecek olanlara kamu için genel bir sınav uygulanıyor. Önce adayın bu sınavı geçmesi lazım. Burada torpil olmuyor. Ancak ikinci aşama olan mülakat sınavında, torpil ve tavassutlar başlıyor.
Görünüşte uygun görülen, ancak uygun olmayanlar, esasta devletin işlerinde aksamalara neden oluyorlar. Yıllardır böyle yapıla geldiğinden, işlerde aksamalar olmadı mı? Devlete ait pek çok işletme kapanmak yada satılmak durumunda kalmadı mı?
Bir zamanlar Milli Eğitim Bakanlığı, Anadolu liselerinde İngilizce ders verebilmeleri için bir kısım öğretmeni yabancı dil öğrenmek için yurt dışına göndermişti. Gidenlerden çok azı gerçekten olayın ciddiyetine inanarak çalıştı ve İngilizce’yi öğrendi. Giden öğretmenlerin çoğunluğu ise gezdi tozdu, birazda para biriktirip yurda döndüler. Böylece iyi düşünülmüş bir proje epeyce bir döviz harcandıktan sonra büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı. Nedeni mi?Çok basit. Gideceklerin seçimi iyi yapılmamıştı da ondan. Merak eden yurtdışına gitmiş öğretmen tanıdığı varsa soruversin.
Bir kuruma sözleşmeli memur, işçi ya da sekreter mi alınacak, kimler aramaz. Siyasiler, milletvekilleri, genel müdürler hatta bakanlara kadar dahi tavassutta bulunanlar olur. Özellikle seçim bölgelerine yatırım yapmak, delegelerini memnun etmek isteyen milletvekilleri işe sonuna kadar asılırlar. Önüne düştükleri kişiyi, aslında hiç tanımazlar, hatta görmemişlerdir bile. Önemli olan onlara tavassutta bulunanlardır.
Sonuçta üniversite mezunu, diye sıradan bir açık öğretim öğrencisini, bilgisayar biliyor diye sadece bilgisayarın adını bilenleri, yabancı dil biliyor diye sadece yes ile no demeyi bilenleri işe alırsınız. İşi bilmediklerinden işler aksar. Eskilerden birini yeni gelenin eğitimiyle görevlendirirsiniz. Öğretinceye kadar akla karayı seçersiniz. Bilgiyi almamakta, öğrenmemekte direnirler. İş vermeyesiniz diye bilerek, isteyerek hata yaparlar. İşi daha az servislere kaçmak için diğer çalışanlarla geçimsizlik çıkartırlar. Verim alamadığınızdan yeni elemanlarla gereksizce servisi takviyeye gidersiniz. Sözleşmeli girenlerin esasında ana hedefi kadroya geçmektir. Çünkü devlet memuru olunca işten çıkarılma diye bir sorunları da kalmadığından, istedikleri gibi kaytarabilirler.
Devlet sektöründe, işler maalesef hak edene verilmediğinden bir türlü istenilen verim alınamıyor.
Özel sektör verimsiz kişiyi niye işe alsın? Devlet değil ki, parayı boşa atsın. Harcayacağı devletin bütçesinden değil, kendi kesesinden. Bu nedenle özel sektörde, oyun kuralıyla uygulanıyor işler hak edene veriliyor. Bu yüzden de istenilen verime ulaşılıyor. Devlet sektöründe de, siyasilerin ve bürokrasinin olumsuz etkilemelerinin bir gün bitmesi ümidiyle saygılarımla.