Yalanı kötü görerek yalan söylemekten daha kötü olanı, yalan karşısında duyarsızlaşmaktır; doğru söylemenin merkezi bir değer olduğu fikrine giderek yabancılaşmaktır. Bir doğruyu çökertmenin yolu artık onun karşısında antitez sürmek değil, o doğru ile ilgili olarak sürekli kuşkular uyandırmaktır. Buradaki temel hedef, “doğru”yu ortadan kaybetmektir. İşte post-truth ya da hakikat sonrasının pratik yansıması budur.
Post-truth kavramı son dönemlerde tartışmaların merkezine iyiden iyiye oturdu. Böyle olması elbette bir tesadüf değil. İlkin, postmodern bir durumda bu tür merkezsizlik teorileri ve pratikleri üretilmeye devam edecektir. İkincisi, dünya ölçeğinde yaşanan sosyal, siyasal gelişmeler ve pratikler de bunu beslemektedir. Açıkçası ben post-truth kavramına göndergeleri olan birçok konuyu yakın gelecekte daha yoğun tartışacağımızı beklemekteyim.
Bu konuda Türkçeye çevrilen iki kitabı burada hatırlatayım. Birincisi, Ralph Keyes’in Hakikat Sonrası Çağ-Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma. İkincisi ise, Lee Mcintyre’nin Hakikat-Sonrası. Keyes, “Suçluluk duymadan paçayı kurtarabilmek için gerçeği örtbas etmeye gerekçeler bulmak”tan bahsetmektedir. Ona göre, hakikat sonrası, yalancı olduğunu düşünmeden gerçeği gizlemektir. Mcintryre ise “yalanların samimiyetle çelişmediği bir çağa girildiğinden” bahsetmekte ve devamlı yalanların siyasette medya imkanları sayesinde propagandanın bile ötesine geçen itibarsızlaştırma faaliyetine dönüştüğünü belirtmektedir.
Post-Truth, yani hakikat sonrası kavramı bağlamında insanlığı bekleyen üç bunalıma burada değinmek istiyorum. Birincisi, postmodern dönemle birlikte başlayan merkezsizleşmedir. Modern düşünce vahyin yerine insan bilgisini ikame ederken, hakikate böyle ulaşılacağını önermişti. Bir teolojik hüviyet kazanan bu bilme tarzı 20. yüzyılda Nazi kamplarında doruk noktasına ulaşmıştı. Nihayetinde Hitler de son derece bilimsel tarzda bu işi yapmaktaydı. Bu perspektif, kendi bilme tarzı ve yöntemini yegane bilme olarak kabul ediyor ve ona kesinlik atfediyordu.
Tüm bunlar modernitenin sorgulanmasına sebep olurken, bilimsellik, kesinlik, hakikat, evrensellik gibi kapsayıcı kategorilerden postmodernlik ile şüphe duyulmaya başlandı. Bunun sonucu olarak merkez her türlü kerteriz noktasından boşandırılırken, artık Tanrı’ya göndergeleri olmayan insanilikler bu merkezi işgal etmeye başladı. Tabii ki tabiat boşluk kabul etmez. Tanrı’dan boşalan bu merkeze postmodern dünyanın güç odakları oturdular. Fakat onlar “merkez biziz” şeklindeki bir iddiadan uzak ve gizli özne olarak propagandanın / etkililiğin gücü ile hakikat önermeye başladılar.
Buradan ikinci bunalım noktasına geçiyoruz. Keyes, kitabında Daniel Boorstin’in bir sözüne yer verir: “Hakikatin yerini inanılabilirlik almıştır.” Bunun anlamı, artık doğru ve yanlışın anlamı yoktur. Bir fikri ne kadar etkili pazarlayabilirsen ve kabul görürse o doğrudur. Tabii insanlar tarafından bir fikrin doğru kabul edilmesini beklemek bir risk içermektedir. Sistemin sahipleri burada da, farklı bilimler üzerinden insanın boşluklarına sızarak onların kabulünü sağlayacak propaganda araçları ve tekniklerini devreye soktular. Medya, bu aşamanın önemli ve vazgeçilmez enstrümanıdır. Baudrillard’ın simülasyon üzerine ısrarla durmasının anlamı burada gizlidir. Kapitalizmde “satıyorsa gerçektir” mottosu, “kitle inanırsa gerçektir” biçiminde genelleştirilebilir. Bunun için de insanların kitleselleştirilmesi gerekir.
Üçüncü nokta ise, özellikle medya üzerinden devam eden, “doğru”yu geçersizleştiremiyorsan, itibarını yok et ve şüphe yarat fikrinden hareketle merkezsizlik yaratmaktır. Bu aşama, aslında insanları yeniden kitleselleştirip güdülmeye uygun hale getirmenin bir enstrümanıdır. Bunun için de kitlelerin tek bilgi kaynağından beslenmesi gerekir ki, global medya, internet ve bilgi ağları burada devreye girmektedir. Bu kadar çeşitliliğine rağmen her gün aynı bilgiye muhatap olan insanların bir noktadan sonra ona teslim olmaları mukadderdir.
Açık ve net söyleyelim: Sorun insanda görünmekle birlikte Tanrı sorunudur. Tanrı’yı bir hakikat unsuru olarak merkezden çekerseniz, hakikat sonrasına ulaşmanız mukadderdir. O, hakikati hatırlatıcı bir varlık olarak yerinde durur. İşte tam da bu sebeple önce Tanrı yerinden edildi. Tanrı’nın yerinden edilmesi büyük bir özgürlük olarak sunuldu. Onun yerine ikame olan insanların hepsi kendi sübjektifliklerini (bunu heva olarak da okuyabilirsiniz) “doğru benim” şeklinde ortaya koyduklarında hakikat mecburen parçalanır, ortada doğru diye bir şey kal(a)maz. Fakat merkez her daim güç odakları tarafından doldurularak, kitleler acımasızca bu güçlerin projelerinin parçası haline geliverirler. Kitleler de maruz kaldıkları propagandalarla özgür olduklarına inanırlar. Nihayetinde “özgür olma”nın gerçekliği önemli değildir. Popüler tabiriyle kitle yediyse tamamdır.
İnsanın postmodern müdahalelerle bu kadar örselenen bedeni artık yorulmuştur. Bu bedenin şayet MR’ı çekilirse, oradan kendi tabiatına uygun olmayan epey yabancı parça çıkacaktır.
2 yorum
Hocam yanlış anladıysam avamlığımı mazur görün. Tanrı ve hakikat kavramlarının kendisi 2kere2 nin 4 etmesi gibi bir mutlaklakiyet içermediğine göre merkeze neyi hangi hakikati hangi tanrıyı koyacağız. Ortaya kendi yaşadığı ülkeyi dar-ül harp görüp talan edebilen tanrılar çıkabiliyor.
Çok güzel bir yazı ancak doğru zaten manipülasyona açıktır. Bugünün doğrusu yanlışı yarın yer değiştirmek zorunda kalacaktır. Asıl problem zamandır. Zaman geçtikçe bilgi çağında bilgiler hemen kaybolmadığından bir zaman sonra çelişmeye başlamaktadır. Ancak gerçek diğer değişle hakikat öyle değildir. Hakikat nesnel bağlamlarla ortaya konulduğunda zamana yenik düşmeyecektir. Bilimin ezelden beridir istenilen bir amaca bir yöne hizmet etmiştir ve belki de böyle olmaya devam edecektir. Bilimsel bilgi ve bilimsel yöntem bu dilemmada yüzümüzü dönebileceğimiz yegane ışıktır. Herkese selamlar.