Postmodern küresel dünya, zaten gerçeklik konusunda ciddi anlamda bir krizi bünyesinde barındırmaktadır. Baudrillard’ın bahsettiği gerçekliğin yeniden ve yeniden inşası yanında temsil krizleri de artık üzerinde “emin” olabileceğimiz bir isim bırakmıyor neredeyse. Böylece doğruluk düzeyleri üzerinde konuşabileceğimiz dış dünyada bir başlangıç noktası kaybolmuş görünmektedir.
Öncelikle Descartes ile birlikte yaşanan ontolojik ve epistemolojik kırılma, modern dünyanın zemini sayılabilecek geometrinin temel çerçevesini belirlemişti. Pre-modern dönemde ontoloji merkezli olarak kurulan yaklaşım, Descartes ile birlikte epistemoloji merkezli hale gelmiştir. Böylece fenomenler âleminde bir yandan gerçekliğe dair yeniden yazılan epistemolojiler egemen olmuşlar diğer yandan ontolojisi yeniden tanımlanan epistemolojiler kendini göstermiştir. Bu durum bugün gelinen noktada, eşyaya ve ilişkilere dair tanımları da yeniden değiştirebilmek anlamına gelmektedir.
Bu bağlamda meydana gelen değişimin iki yansımasını kısaca analiz ettikten sonra, nasıl bir gündelik yaşamın içinde insanlığın kendisini bulduğunu inceleyebiliriz. Birincisi, bir kere insan dünya, hayat ve eşyanın yeni baştan tanımlanması söz konusudur. Dinlerin yazdığı hikayede cennetten yeryüzüne hubut eden, burada “elest” sözleşmesine sadakatinin sınavını veren, aslı itibarıyla dünyalı ve organizmadan ibaret olmayan bir varlıktır insanoğlu. Esasen bir ”eşref-i mahlukat” olarak diğer organizmalardan ayrılır.
Modern dönemde ise insan paradoksal bir konuma sahiptir. Bir yandan Tanrı’nın yerine ikame edilip merkezileştirilirken diğer yandan sıradan bir organizma derekesine düşürülmüştür. Esasen olan şudur; İnsanın merkezi konumu bir müddet sonra onun “arzu”ya indirgenen boyutuyla temellük edilmiş; dolayısıyla sürekli “fücur”u teşvik edilmiştir. Bugün farklı alanların ve bilimlerin teşvikiyle “ben de varım” diyen insanın kendisini konumlandırdığı yer dünyanın ve kendisinin hakikatinin dışındadır. Sıklıkla vurguladığı bu “özgüven”i Tanrı’ya başkaldırarak özgürlüğe uğrak vermektedir.
Aslında insanlığın hayatında, onu teknolojiden ve sosyal gelişmelerden sadeleştirerek ele aldığımızda bir şey değişmiş değildir. Hz. Adem’e “ebedi olacaksınız” diye fısıldayan ses, bugün transhümanizmle birlikte giderek insanın bu dünyada ölümsüzleşeceğine dair güvenceler vermektedir. Fakat ontolojik varoluşu ölümlülüğe dayanan bir varlık olarak insan güç enstrümanlarına sahip oldukça Tanrı’ya kafa tutmayı bir denemektedir. Her deneyişi hüsranla sonuçlanırken, elinde “arzu”nun tatmin edilmemişliğinden kaynaklanan büyük bir hayal kırıklığı onun kaderi olmaya devam etmektedir.
İkincisi, bu çerçevede dünya da tanımı değiştirilmiş bir mekana dönüşmüştür. Zaten dünyevileşme süreci ile birlikte kendisini kapalı devre bir örümcek ağına (dünyaya) mahkum eden insanın geleceğe doğru bütün açılım imkanları elinden gitmiştir. Dünyayı talan edercesine bütün kaynaklara bu denli hücum etmesinin sebebi bu olsa gerektir. Çünkü insan dünyaya kapandıkça ruhu dararmakta, ölümün bir yok oluş olmasını içine sindirememektedir. İşte tam da bu sebeple, aslında sonuçsuz kalacak bir hırsla insanı ebedileştirmeye çalışmaktadır.
Hayatta artık bir tüketimin cenderesi altına girmiştir. İnsanlara Baudrillard’ın bıkıp usanmadan söylediği şekilde cam ekranlardan başka bir hakikat ve gerçekliğin propagandası yapılmaktadır. Burada insan bir an bile kendi kendine bırakılmamakta bedeninden işine, beslenmesinden giyimine kadar tüm gündelik hayatı dinin bile belirlemediği bir sıkılıkla kontrol edilmekte; dinde bulunan mübah, müstehap alanlarının bu hayatta bir karşılığı olmadan postmodern küresel sistemin yeni sadık kulları yetiştirilmeye çalışılmaktadır. İşte bu sebeple Tanrı’nın merhametine ihtiyacımız var.
Postmodern küresel sistemin sadık kulları, bu dinin itikad, ibadet, ritüel ve muamelat alanlarına koşullandırma konusunda küresel epistemolojik ağın rahipleri tarafından enforme edilmekte, takip edilmekte (gözetim ve kontrol toplumu) ve cezalandırılmaktadır. İnsanın bütün bedeninin, hayatının kuşatıldığı duygusuna kapılması tam da bu sebepledir. İnsanın öncelikle kendisi dışında inşa edilen bedenine çok boyutlu bakarak, “ben burada neredeyim” diye bir sorması gerekiyor. Bu ağın ve ilişki biçimlerinin dışında kalmak isteyenleri bekleyen tek şey postmodern aforozdur.
Bugün çevremize baktığımızda gençler başta olmak üzere birçok insan bu epistemolojik ağlarla zihinleri tutsak edildiği için, reklamı yapılan hayatın kendilerinin de hakkı olduğu aldatmacasına baştan inanmış görünmektedirler. Birincisi, reklamı yapılan hayatların kişiyi nereye götüreceği ciddi olarak sorgulanmalıdır. Çünkü teklif edilen bu hayat son kertede insanları sıkı güdülen bir organizmaya çevirmek istemektedir. İkincisi, insan, dünya ve hayata dair hakikatin dışında insanı konumlandırmaktadır. Üçüncüsü, tüketim ve borçlanma ile yaptığı kimliklendirme, ödüllendirme ve cezalandırma sistemi bir Orta Çağ dogması gibi işlemektedir.
Çok boyutlu sorunların yaşadığı bir zaman diliminde, yapacağımız tek şey; yeniden insanları kendi hakikatleri ile buluşturmaktan ibaret olacaktır. Peygamberler de bunun dışında bir şey yapmadılar.