“İnsanlar herhangi bir imtihana tabi tutulmadan sadece “iman ettik” demekle kendi hallerine bırakılacaklarını mı zannediyorlar! Allah, doğru söyleyenlerle yalan söyleyenleri kesinlikle ortaya çıkaracaktır!” (Ankebût, 2-3).
Maskelerini düşürmek ve gerçek kimliklerini ifşa etmek için Yaratıcı insanoğlunu imtihan etmeye devam ediyor. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan hadiselerden diğerlerinin anında haberdar olabildiği günümüzde imtihanın boyutları da farklılaştı. Eskiden toplumsal düzeyde gerçekleşen imtihanlar şimdilerde küresel çapta yaşanır oldu. 2019 yılındaki korona virüs imtihanı nasıl küresel boyutta insanlığı etkilediyse 2023 yılındaki İsrailoğulları imtihanı da aynı şekilde dünya çapında bir etki meydana getirdi. Bugün Gazze’de yaşanan katliamlar, sadece Müslümanların değil bütün insanlığın meselesi haline geldi ve tüm dünya insanlarını, başlarını tekrar ellerinin arasına alıp düşünmek zorunda bıraktı. Çünkü hadise dini olmaktan çıktı ve insani bir hüviyet kazandı. Çocukların katledilmesinin, masum insanların öldürülmesinin de başka bir anlamı olamazdı zaten!
Allah’ın dünyayı bir imtihan alanı olarak yarattığı ve bu imtihanın aktörü olan insanoğluna irade vermek suretiyle savaşı zımnen takdir etmiş olduğu düşünülebilir. Ancak Yaratıcı vahiy metinleri içerisinde, “hayra rızasının olduğunu, şerre rızasının olmadığını” (Zumer, 7) ilan ederek bütün çirkin fiillerin -bu arada savaşın da- kendi eylemi olmadığını özellikle anlatmaya çalıştı. Yanı sıra insanoğluna yer kürede barış içinde yaşamasını, kendisine inananlara da barışı gerçekleştirmelerini bir vazife olarak yükledi. Yeri gelmişken İslam’ın “barış dini”, Müslüman’ın da “barış insanı” olduğu şeklindeki tanımlamanın yaratılış misyonumuzu ifade etmede oldukça yetersiz kaldığını da dile getirmek isteriz. Zira Müslüman, sadece barışa taraftar olan insan değil, barışı bizzat gerçekleştirmekle mükellef olan insandır. Binaenaleyh, Müslümanlar bu gerçeğin farkına varmalı ve bütün amellerini, bütün faaliyetlerini, bütün konuşlanmalarını buna göre şekillendirmelidir. Yoksa “biz barış insanıyız, barışa taraftar olan insanlarız” diyerek Yaratıcı’nın kendilerine yüklemiş olduğu sorumluluğu yerine getirmekten kaçarlarsa büyük bir yanılgıya düşmüş, hatta doğruyu kavrayamamış ve doğrunun yanında da yer al-a-mamış olurlar.
Hz. Muhammed’in, Allah’ın kendisine yüklemiş olduğu sorumluluğu yerine getirebilmek için yaşadığı toplumda hedef haline getirilmesi başta olmak üzere boykot, hicret gibi en zor tehditleri göze alarak tercih etmiş olduğu duruşu, Müslümanlara, çok kısa olan dünya hayatında romantizme yer olmadığını, realist bir profil çizmekten başka çarelerinin bulunmadığını örneklendirmekten başka bir şey olmasa gerektir. Tabi o yüce şahsiyetin bunu hikmetle, doğru bilgiyle ve en güzel yöntemlerle gerçekleştirmeye çalıştığı da dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Hz. Muhammed’in köleliğin sonlandırılması, insanların özgürleştirilmesi, kadınların ihlal edilen haklarının kazandırılması, zulümlerin son bulması gibi ulvi amaçları hayata geçirebilme adına yürütmüş olduğu mücadelesi, kısa süre sonra kendisini yerinden-yurdundan, akrabalarından, malından-mülkünden, kurulu düzeninden, kısacası her şeyinden ayrılmaya mecbur etmiştir. Bu gerçekler gün gibi ortadayken Peygamberi örnek almayı her fırsatta dillendiren, sözüm ona örnek aldığı iddiasında da bulunanların -büyük çoğunluğunun- bırakınız onu örnek almayı örnekliğinin yakınından bile geçemediği izahtan varestedir.
Hz. Muhammed bu duruşunun bir sonucu olarak Medine’ye hicret etmek zorunda kaldıktan sonra, geride kalan müntesipleri zulme maruz kalmaya devam etmiş ve çaresizlik içerisinde Allah’tan yardım istemişlerdi. Allah, onların bu yakarışlarını yeryüzünde barışı gerçekleştirmekle mükellef olan Müslümanlara (Peygamber ve ashabına) şöyle aktarmıştı:
“Ey müminler! Size ne oluyor da hicret edemedikleri için Mekke’de baskı ve zulme maruz kalan çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için (Allah yolunda) mücadele etmiyorsunuz / savaşmıyorsunuz! Üstelik onlar, “Ya Rab! Bizi Mekke’deki bu zalim yönetimin elinden kurtar, lutfun ve rahmetinle bize sahip çıkacak, yardım eli uzatacak birilerini gönder!” diye feryat edip duruyorlar.” (Nisa, 75)
Bugün Gazze’de, Doğu Türkistan’da ve dünyanın dört bir yanında masum çocuklar, çaresiz kadınlar ve erkeklerden de benzer bir çığlıklar yükselmeye devam ediyor ve Allah onların çığlıklarını dünya televizyonları vasıtasıyla insanlığa adeta şöyle aktarıyor:
“Ey insanlık! Size ne oluyor da Siyonizm’in / zalimlerin silahlarıyla yaralanan, parçalanan, can veren, yerleri yurtları darmadağın edilen Gazze’deki / Doğu Türkistan’daki / dünyanın dört bir yanındaki çaresiz erkekler, kadınlar ve masum çocuklar için mücadele etmiyorsunuz, zalimleri engellemiyorsunuz!..”
Evet bu manzara günümüz insanlığının topyekûn bir imtihanı olarak karşımızdadır. Bu imtihanda mü’minlerin, kendilerinden beklenen “barışın gerçekleştirilmesi misyonu”nu yerine getirebilmeleri için yapmaları gereken de aslında bellidir ve biz bunu bir önceki yazımızda da (Tanrı’nın Yahudilere Yönelttiği “Dönerseniz Dönerim!” Uyarısı Ne Zaman Tecelli Eder?) ifade etmeye çalışmıştık. Şimdi bu yaklaşımımızı burada bir kez daha yinelemek istiyoruz: Mü’minler’in, imandan sonraki en önemli vazifesi çalışmaktır (amel). Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de bunu (اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ / inanan ve imanlarına yaraşır güzellikte çalışanlar) cümlesiyle sürekli tekrarlamaktadır. Mü’minlere düşen ise bu gerçeği kavramak ve hayata geçirmekten başka bir şey değildir. Ancak dünyaya bakıldığında mü’min olduğunu ifade eden toplumların büyük çoğunluğunun -maalesef- bu misyonun çok uzağında kaldığı görülmektedir. Onlar karınlarını doyurarak, aile fertlerinin ihtiyaçlarını karşılayarak, yaşam imkânlarını geliştirerek kısacası hayatlarının devamını sağlayarak Allah’ın rızasına ulaştıklarını / ulaşacaklarını düşünmektedirler. Her ne kadar dilleri böyle söylemese de yaşantılarını bunu haykırır durumdadır. Tabi burada zayıf olmalarından kaynaklanan sömürülme pozisyonlarının da etkisi göz ardı edilmemesi gereken bir realitedir. Hâlbuki okudukları Kur’an mü’minleri tavsif ederken onlara tembelliği hayatlarından kovmalarını, çalışmalarını, güzel üretimler yapmalarını, namazlarını yaşantılarına yansıtmalarını, zekâtlarını vermelerini… telkin etmektedir.
Fakir ve orta halli mü’minler zekâtla ilgili bu ifadeleri okuduklarında ya da duyduklarında üzerlerine alınmamakta, şimdilik bizim böyle bir sorumluluğumuz bulunmuyor diyerek geçiştirmekte ve ömürlerini bu şekilde tamamlayabilmektedir. Hâlbuki bu ayetler onlara da seslenmekte ve “Ey mü’minler! Zekât verecek güçte olmak için çalışın, çabalayın!” diye haykırmaktadır. Bu incelik fark edilemediği içindir ki dünya üzerinde mü’min olduğunu ifade eden toplumların büyük çoğunluğu -tabiri caizse- uyuşuk bir hayat sürmeye devam etmektedir. Lakin bu anlayış hâkim olduğu müddetçe mü’minlerin Allah’ın kendilerine yüklemiş olduğu “yeryüzünde barışı gerçekleştirme misyonu”nu yerine getirmeleri mümkün ol-a-mayacak ve mazlumların yanında durma görüntüleri de samimiyetini yitirecektir. Zira mazlumların yanında durma konusunda samimi olanlardan öncelikle çalışmaları, güçlenmeleri (alan el değil veren el olmaları), dünyadaki üretim yarıştan kopmamaları ve bu şekilde zalimlerin iştahlarını kabartan emellerini kursaklarında bırakmaları (cihad) beklenir.
Bu anlamda ülkemizin ve bir iki İslam ülkesinin -belli oranda- istisna tutulabileceği düşünülebilir. Ancak koskoca dünyada zalimlerle mücadele için sadece bir-iki ülkenin güçlü olması yeterli değildir. Zalimlerin ve yandaşlarının ittifaklar oluşturarak emellerini hayata geçirmeyi başardığı dünyamızda Müslümanlar benzer ya da daha güçlü ittifaklar kurarak onları durdurmayı başaramazsa fitne, fesat ve kaosun önü alınamayacaktır. (Enfâl, 73). Bundan dolayı Müslüman ülkelerin çok çalışması, kalkınması, ekonomik, ilmi, siyasi, askeri … her yönden güçlenmesi / güçlendirilmesi ve sömürge pozisyonundan kurtulması / kurtarılması en elzem durum olarak karşımızdadır. Bu çerçevede zekâtın, “köleliğin sonlandırılması için harcanması / وَفِي الرِّقَابِ” şeklindeki kaleminin de küresel ölçekte geçerliliğini muhafaza ettiği ortadadır.
6 yorum
Allah razı olsun hocam.
Müslümanlar olarak “Barışa taraftar olmak yetmez, barışı gerçekleştirmek” gerekir.
Tebrik ederim Zeynel hocam kalemine sağlık
Barış için dua ediyoruz ama fiili duamız da ancak kavli dua…
Eyvallah üstadım!
Kaleminize sağlık kıymetli hocam
Çok Değerli Zeynel Abidin Aydın , çok güzel bir yazı olmuş..Allah bu dünyada ve ahirette yollarınızı açsın, sizler gibi Degerli insanlara CENNET hayatı yaşatsın inşallah