“Haksız kazanç elde etme” önermesi, doğruluk, dürüstlük, saygınlık, güven, iyilik ve erdem gibi vicdanî, insanî, ahlakî, hukukî ve dinî değerlerin tam karşısında yer alan bir yargıdır. Bir anlamda aldatma, hile, itibarsızlık, kötülük, istismar, rezillik ve ahlâk dışılık ile eşdeğer anlama sahiptir. Haddizatında hak kavramı, muhtevası gereği, insanî/evrensel ilke ve doğrulara pratiğin/olgunun uyumudur. Bu yönüyle “hak”, öncelikle bir şeye ehil olmayı veya bir şey için en ideal, lâyık ve uygun olmayı gerektiren bir kavramdır. Dolayısıyla hak etmeden elde edilen her türlü menfaat, öncelikle bireyin ehil ve lâyık olmadığı bir şeyden fayda temin etmesi ya da bir şeyi kendi yararına dönüştürmesi anlamı taşımaktadır. Bu duruma Kur’an: “Birbirinizin mallarını haksız şekilde yiyip tüketmeyin ve başkalarına ait meşru mallardan hiçbirini bilerek haksızlıkla tüketmek için hukukî hilelere başvurmayın” (Bakara 2/188) ayeti ile işaret etmektedir. Buna göre meşru olmayan menfaat temini, bireyin hukuk ve ahlâk dışı kazanç elde etmesi, bir görevi kötüye kullanması, kamunun istifadesine sunulması gereken mal, hizmet ve emtianın herhangi bir şahıs veya grup tarafından kasten istismar edilmesi şeklinde olabileceği gibi kişinin, ehil olmadığı bir mevki ve rütbeyi kendi çıkarı doğrultusunda işgal etmesi yoluyla da olabilir.
Elbette bu tür bir eylemin cezâî yaptırımı, mevcut hükümler çerçevesinde yasalarda yer almaktadır. Makalemizi ilgilendiren boyutuyla haksız kazanç, dinen de bireyin insânî, ahlâkî ve dinî değerlerden yoksun olmasını gerektiren bir fiildir. En temelde de basit insânî değerlere aykırı olan bir eylemin varlığına işaret etmektedir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in: “Bizi aldatan bizden değildir” (Müslim, İmân, 164; Ebû Dâvûd, Büyu’, 50; Tirmizî, Büyu’, 72; İbn Mâce, Ticârâ, 3) düsturu, en temel insanî değerlerden yoksun olan bir insanın, içinde yaşadığı toplumun ahlâkî bir ferdi olmasının mümkün olmadığını vurgulu bir şekilde dile getirmektedir. Çünkü kamusal alana yansıyan yönüyle haksız menfaat temini, toplumun bütün fertlerine karşı işlenilen suçun ve yapılan kötülüğün mücessem halidir. Bu durum, öncelikle bireyin insanlığını dejenere eden en temel sâiklerden biridir. Dolayısıyla insan olmanın doğasına aykırı olan bir fiilin fâilinin, değer açısından insanlık temelinde diğeri ile paydaş olması kabul edilebilir değildir. Bu nedenle din, öncelikle bireylerden insanlığının dolayısıyla vicdan/fıtratının doğası gereği davranışta bulunmasını ve bu temel üzere inanç ve aidiyetlerini inşa etmesini talep eder. Çünkü bir insanın diğerine etki eden fiillerinde hak ve hukuka riayet etmesi, ırk, din, mezhep, meşrep gibi aidiyetlerin ötesinde özde insan olmanın doğal gerçekliğini oluşturur. Diğer bir ifadeyle “insan, insanı aldatmaz ve ona haksızlık yapmaz”, önermesi vicdânî ve insânî bir temeldir. Bu temelde meydana gelebilecek bir bozulma, üzerine inşâ edilecek dinî ve ahlâkî değerlerin de bozulması ve de gerçekliğinden kopması demektir.
Buna göre haksız menfaat, bir kazanç değil, insanlık değerinin dolayısıyla kamu âidiyetinin kaybıdır. Bir anlamda insanın kendisine yapmış olduğu en büyük kötülüktür. Çünkü doğruluk, dürüstlük ve iyilik gibi erdemleri yitiren bir şahsın sahip olduğu tek şey sadece bir hiçliktir. Kanaatim o dur ki ahirette de nihâî övgü ve mutlak iyi hüküm, ancak doğru ve iyilerin hakkıdır. Zira her insan, kendi inanç düzeyinin ahlâk ve pratiğini üretebilmektedir. Öyle ki bir diğerinin hak ve hukukunu çiğneyen, haksızca menfaat devşiren bir şahıs veya grubun, inancı ile ahlâkı/ameli arasında bir paralellik söz konusudur. Diğer bir ifadeyle “haksız menfaat sağlama ve hak inanca” sahip olma arasında tutarlı bir bağın kurulması mümkün gözükmemektedir. Burada iddia edilen inancın, tabir-i câizse istismar için bir paravana dönüştürüldüğü de rahatlıkla söylenebilir. Hatta inanç, yapılan (kötü) eylem doğrultusunda yeniden yorumlanıp kanıksanabilmektedir. Örneğin, “hedefe giden yolda her şey mubahtır” anlayışında olan biri/grup için bütün değerler istismar edilebilir, yeniden yorumlanıp bu doğrultuda bir inanç/akîde benimsenebilir. Bu da hakikat ile insanın bağını koparmasıdır. Hakikatten kopuş da insânî, millî ve dinî değerlerden uzaklaşmaktır.
Özellikle kamusal alanı ilgilendiren konularda haksız menfaat temini, aynı zamanda Allah’ın hukukunu da ihlal niteliğindedir. Ki Allah’ın hukukunu istismara yönelen bir şahsın O’nun’la, koyduğu yasalarla ve nihayetinde toplumla doğru ve tutarlı bir ilişki içerisinde olması mümkün değildir. Bu bakımdan haksız kazanç temin eden bir şahıs/grup, mevcut karakteri, kasıtlı/bilinçli eylemi ve (kötü) ahlâkı ile paralel bir inancın inanırı haline gelmiştir. Bu karaktere sahip şahısların genellikle kutsal olanı istismar etmeleri de sıra dışı bir durum değildir. Öyleyse Hz. Peygamber (s.a.v.)’in: “Aldatanlar bizden değildir”, sözünün anlamı daha da netleşmektedir. Çünkü insanları aldatan veya haksızca bir mal ve mevkîye sahip olan kimse, insanî ve dinî değerlere aykırı bir inanç ve amele/hayat tarzına yönelmiş birisidir. Böyle biri, önce insânî paydada; akabinde dinî ve ahlâkî değerlerde tabii bağını koparmıştır. Haklı bir kaybın acınası fâili olmuştur.