(Tababet san’atının icrası ile geçen 33 yıl / anı 3)
Ah Halûk Ah…
Onunla amfi veya laboratuvarda değil; daha çok temel tıp bilimleri derslerini gördüğümüz Ankara Tıp Fakültesi’nin Sıhhiye’deki Morfoloji binasının kantininde ya da bahçesinde karşılaşırdık ara sıra.
Siyah paltosu, az traşlı sakalı, tedirgin ve ürkek hali, hüzünlü bakışları, omuzları düşük ve kaykılarak yürüyüşü ve sesine dert sinmiş derbeder konuşmaları bugünkü gibi hatırımda.
Ankara’nın Bâlâ ilçesindendi, çok mahzun ve garip biri idi. Hep üşür gibi bir hali vardı. Sonraları hep aklıma geldiğinde demek ki gerçekten üşümüş derdim. Zira yaz kış siyah paltosu üzerinden eksik olmazdı.
Sınıfları bir türlü geçemiyor, devamlı kalıyordu. Hocalardan yakınıyor, kendisi ile uğraştıklarını, haksızlık yaptıklarını iddia ediyordu. Ona göre bütün hocalar ona karşı idi.
Ailesi yoksul olduğu için hep çalışmak zorunda kalmış, ilkokulu, ortaokulu ve imam-hatip lisesini dışarıdan bitirmişti. Pazarlarda seyyar satıcılık yapıp geçimini temin etmeye, bir yandan da okumaya çalışıyordu.
Arkadaşlardan duyduğuma göre, ağabeyinin yanında kalıyormuş ve çok gerekmedikçe de odasından dışarı çıkmıyormuş.
Kafası hayli karışık, durgun ve düşünceli idi. Bu haliyle tıp fakültesi gibi ağır ve yorucu bir eğitimi tamamlaması çok zordu. Üstelik o yıllarda her sene, öğrencilerden “öğrenim harcı” (öğrenciler arasında haraç) adı altında katkı payı alınıyordu.
Bir gün konuşma sırasında ona dedim ki, “Yahu Halûk, ne diye bu meşakkatli yola girdin, bu yol uzun ve yıpratıcı. İmam-Hatip’ten sonra bir köye tayin istese idin, gül gibi geçinip gider, sakin bir hayat sürerdin. Evlenip çoluk çocuğa da karışırdın. Hem orda bir değerin, ağırlığın olurdu, psikolojin de toparlanırdı”. Güldü geçti bana, “hadi ordan” der gibi.
Bir başka gün konuşma sırasında, Kur’an’dan Nasr (yardım, zafer) suresini bir okuyuşu ve yorumlaması vardı ki, beni bir hayli etkilemişti.
Okulda pek arkadaşı yoktu, psikolojik rahatsızlığı olduğunu bilenler yanına yaklaşmaz, uzak dururlardı. Zaten o da pek kalabalık ortamlara girmez, bir köşede sessizce dururdu. O yüzden her gördüğümüzde onu yalnız bırakmamaya, konuşup ilgilenerek biraz olsun teskin olmasını sağlayıp moralman takviye etmeye çalışırdık. Ama biz de öğrenci idik ve elimizden de pek bir şey gelmiyordu.
Derken zaman akıp geçti. Biz kendi derdimize düştük, okulu kazasız belasız bitirmeye çalışıyorduk.
Dördüncü sınıfta “büyük stajlar” denilen ana stajlara başladık. Bu nedenle bir ayağımız Sıhhiye’deki İbn-i Sînâ Hastanesi’nde, diğer ayağımız da fakültenin Cebeci yerleşkesindeki kliniklerde idi. Bu stajlar sırasında ise Halûk’a hiç rastlamadık.
Ta ki o güne kadar.
Beşinci sınıfta “küçük stajlar”dan biri olan ve Cebeci kampüsünde bulunan Psikiyatri stajının ilk günü idi. Anabilim Dalı Başkanı Profesör Çoşkun Hoca ilk dersini verirken bir ara dedi ki, “Şimdi size bir psikoz olan tipik bir şizofreni vakasını göstereceğim”. Kapı açıldı ve içeriye Halûk girdi. Bütün salon buz kesti, dondu kaldı.
Halûğun bize bir bakışı vardı ki, bugün bile unutamam. Öyle kederli, öyle mahzun, öyle can yakıcı. Sanki “sizin aranızda olmam gerekirken ben niye burada hasta koltuğundayım” der gibi bakıyordu. Hocanın sorularına bir şizofreni hastasının vereceği türden cevaplar verdi. Hoca “bu kadar yeter, gidebilirsin” deyince de kalktı, sırtını döndü ve salondan çıktı.
Psikiyatri stajı beni en çok etkileyen stajlardan biri olmuştu. Özellikle ağır hastaların bulunduğu kapalı erkek ve kadın katlarındaki hastalar, ruhsal dünyamı allak bullak etmişti. Uykularımda bile bu etkinin altında idim.
Stajyer olarak nöbet tuttuğumuz bir akşam kapalı erkek katını gezerken açık bir kapının arkasındaki yer yatağında yorganı başına çekmiş ve halsiz mecalsiz yatmakta olan Halûk’u gördüm. Öyle boş, bomboş gözlerle bakıyordu. Durumu o kadar ağırlaşmıştı ki, değil öğrencilik normal yaşantısını bile sürdüremeyecek durumda idi.
O an yüreğim yandı, içim burkuldu, altüst oldum.
Aradan onca yıl geçti, o bakış ve görüntü hâlâ gözümün önünden gitmez.
Ah Halûk Ah…
3 yorum
Ankara Tıp 1974 mezunuyum. Bizim sınıfta da Mevlut adında bir arkadaşımız vardı. Sosyal olmadığı söylenemezdi. Belirli bir hastalığı da yoktu. Yanılmıyorsam son sınıfta fakülteyi bırakıp. Memleketi Konya’da çiftçilik yapmaya başladı. Yıllar sonra sınıf arkadaşları fakültede doçent, prof oldular. Af çıkmasına, arkadaşların ‘gel şu fakülteyi bitir’ demelerine rağmen o halen çiftçiliğe devam ediyor. Özel bir nedeni yoksa, Seçimine saygı duymamız lazım.
Bu anının ve bu sitede yayınlanmış diğer anıların gözden geçirilmiş son hallerinin ve ayrıca yayınlanmamış birçok anının yer aldığı ve bir yılı aşkın süredir üzerinde çalıştığım kitabım “BENİM YOLUM / Tababet San’atının İcrası İle Geçen 33 Yıl”, 08.12.2021 tarihinde okuyucu ile buluştu. Kitap 378 sayfa olup Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık (KDY) yoluyla yayınlandı ve kitapyurdu sitesinde satışa sunuldu. Kitabı incelemek ve edinmek isteyenler için internet adresi; https://www.kitapyurdu.com/kitap/benim-yolum/602498.html
“BENİM YOLUM – Tababet San’atının İcrası İle Geçen 35 Yıl” KİTABIMIN “GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ VE İLAVELİ 2. BASKI”SI ÇIKTI.
İKİNCİ BASKIYA ÖN SÖZ’Ü OKUMAK İÇİN;
https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2023/09/benim-yolum-tababet-sanatnn-icras-ile.html