Modern zamanlar, postmodern mekanlar, bilgi çağı, gerçek ötesi yaşamlar, ağ toplumu, anomik toplum vs. derken kafalar oldukça karışmış gibi sanki. Şüphesiz dünya herkes için aynı hızda dönmüyor da, gerçekten biz hangi çağda yaşıyoruz?
İnsanlık tarihinde –özellikle Batı’da- modernizm dönemi olarak adlandırılan 18-20. yüzyılda insan aklına olan güven çok hızlı bir şekilde arttı. Bilimdeki gelişmeler, yeni keşifler birbiri ardına geldi. Ancak tüm bu iyimserlik özellikle iki büyük dünya savaşı ile ciddi bir darbe yedi. Yirminci yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte doğruların göreceliği, anlamın yıkılışı ve boşluk hissi hâkim olmaya başladı.
Postmodern zihnin hakim olduğu zaman/mekanlarda belki de bilinmeden- solipsizmin egemenliği ilan edilmiş gibidir. Modern düşünce psikolojide Arieti’nin tarif ettiği ikincil süreç düşünceye benzer. Postmodern düşünce ise, üçüncül sürece doğru yönelmek yerine, birincil sürece geri dönüşü (regresyon) andırır. Gerçeklik ilkesinin yerini benmerkezci ilke alır.
İkincil süreç düşüncede ve modenizmde hâkim olan yaklaşım “Aklın yolu birdir” olurken, Kohlberg’in ifade ettiği gibi, yarıdan az sayıda insanın ulaştığı- üçüncül süreç düşüncede “Akıl akıldan üstündür.” Oysa, postmodernizmde ya da gerçeklik ötesi çağda (post-truth) yeniden yaşanan birincil süreç düşüncede, “Baba akıl verme” düşüncesi öne çıkar.
Postmodern düşüncenin öncülerinden Michel Foucault bu tümden değişimi ‘iktidar, söylem’ üzerinden okurken, Jean François Lyotard ‘dil oyunlarını’, Jacques Derrida ise ‘yapısökümü’ vurgulama yoluyla betimler. Paul Tillich’in deyimiyle dünyada ‘büyü bozumu’ yaşanmıştı ve bunun sonucunda yalnızca doğayla değil kendimizle de bağımızı yitirdik. Son dönem düşünürlerinden Gilles Deleuze de kendine özgü yaklaşımlar ortaya koyar. Örneğin, ‘şizofrenisi olan bireylerin, Oidipus öncesi kişi olarak hiçbir toplumsal bağlantısı olmayan, saf bireysel arzu akışı üreten, yani kapitalist kodlamanın dışında kalan devrimciler olduğu’ görüşünü savunur. Deleuze, ‘yersiz yurtsuz’ kavramına çokça değinir.
Modernizm ile postmodernizmi karşılaştıralım. David Harvey’e göre modernizm romantizmi ve sembolizmi vurgularken, diğeri parafiziktir ve dadacılık temel akım hâline gelir. Postmodernizmde formun yerini, antiform, amacın yerini oyun, tasarımın yerini rastlantı, hiyerarşinin yerini anarşi, hakimiyet yani logos öğretisinin yerini ise tükenme ve sessizlik alır. Sonuç yerine süreç, sentez yerine yapıbozum, mevcudiyetin yerini yokluk, merkezlenmenin yerini dağılma, semantiğin yerini retorik, gösterilen yerine gösteren, belirti/semptomun yerini arzu, fallik yerini androjen/çok boyutlu, paranoyanın yerini şizofreni alır. Belirlenmişlik artık belirsizdir ve aşkınlık yerine içkinlik ön plandadır.
Hayatın Anlamı isimli kitabında Terry Eagleton şöyle söyler, “Postmodernizm, sekülerleşmeyi bir adım ileriye götürür. Her şeye kadir olan Tanrı’yı aslında öldürmüş değiliz. Ona yalnızca ‘doğa, insan, akıl, tarih, güç ve arzu’ gibi heybetli yeni adlar verdik. (…) Günümüzün sahtekâr hocaları ve şarlatan bilgeleri, geleneksel tanrıların dublörlüğünü yapıyor. Öte yandan, postmodern sanatta gerçek açık uçludur, sanatçının bir misyon ya da anlatısı bulunması gerekmez. Postmodernitede gerçeklik reddedilir ve anlamsızlık ön plandadır. Ünlü postmodern düşünür Gilles Deleuze için ‘anlam’ bile şüpheli bir terime dönüşmüştür. Postmodern alanda insan kendi anlamını kendi yatarmak zorunda kalır. Kimine göre ‘mutluluk’, kimine göre, ‘güç, onur, aşk, haz, özgürlük, devlet, doğa, deneyim biriktirme’ vb. ‘hayatın anlamı’ olarak tanımlanır.” Ziyaüddin Serdar’a göre şüphe, postmodernizmin kalıcı şartıdır. Zygmunt Bauman, ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ olan modernitenin sloganı, postmodern dönem ile birilikte ‘özgürlük, farklılık ve hoşgörüdür artık’ diyor.
Bauman’a göre modernliğin ideali ilerleme, postmodernliğin ideali ise hayatta kalmadır. Modern insan üretici, disiplinli, grubuna önem veren ve sağlıklı olmanın derdindedir. Postmodern insan ise tüketici, doyumsuz, yaratıcı, yalnız ve formda olma hedefindeki insandır.
Son olarak da postmodern düşünceye gidişin en önemli öncülerinden sayılan Nietzsche ile ilgili birkaç şey söyleyeyim. Bana kalırsa, Nietzsche ülkemizde anlaşıldığı anlamdaki gibi nihilist değildir. ‘Tanrı öldü’ derken, ‘biz öldürdük’ yani ‘onu hayatımızdan dışarı attık’ anlamında kullanır. Özellikle Ahlâkın Soy kütüğü isimli kitabında, onun yıkmaya çalıştığı, insan ruhunu ve bedenini köstekleyen ahlâk anlayışlarıdır. ‘Güvenlik arzusuyla her şeyi bilinebilir kılma ve hayatın gizemlerinin örtüsünü edepsizce açma çabası ve hayatın sırlarına ulaştığını düşünmek’, Nietzsche’ye göre acizliktir. Kendi ‘doğrularım’ ve ‘iyilerim’ dediği kalıplara –doğrudan ya da dolaylı baskılarla- başkalarını da sokmaya çalışan gaddar, zâlim ‘son insan’ın yerine ‘kafası ve gönlü rahat, hayatı, doğallığı, dönüşümü ve farklılığı onaylayabilen, mutlu, güçlü, yetkin, özgün ve özgür otantik, ‘üst insan’ı geçirmeye çalışır. Böylelikle de Hristiyanlık ideolojisinde merkezde gördüğü, insanın doğuştan günahkâr olması ve buna dayalı köle ahlâkının yerini efendi ahlâkı alır. Köle ahlâkı, herkesin sıradan ve her yönüyle tahmin edilebilir olmasıdır ve zaten ona göre bu nihilizmin ta kendisidir. Ona göre modernizm ile aydınlanma, mutluluk yerine yabancılaşma, acımasızlık ve vahşeti getirmiştir.
Otantik insan. Şeylerin biçimleriyle değil, bizatihi kendileriyle ilgilidir. Özgür ve cesurdur ama mutlak özgürlüğün imkansızlığının farkındadır. Özgür olduğu kadar sorumludur. İnsanları incitmemeye, birlikte, dayanışma içinde hareket etmeye gayret eder ama yeri geldiğinde müdanasız olabileceğini de gösterir. Yaşamımıza anlam katmanın kendi çabamızla olacağını, hep çabalaması, mücadele etmesi gerektiğini bilir. Bu dünyada yaşamanın ona yüklediği sorumlulukları hiç yüksünmeden alır. Hayatın önüne açtığı imkanlara göre düşünmekte ve yaşamaktadır; saçmalık hissiyatına, yalnızlığa, bunaltıya vakti bile yoktur. Otantik insanlar, hayatın yıldızlarıdır; yaşam sanatçılarıdır onlar, hayatı sanatçı duyarlılığıyla yaşayanlardır. (Kaynak: Erol Göka, Hayatın Anlamı Var mı?)
İnsanı üst insana taşıyacak olan bilgi değil, insanın yaşam enerjisidir. Nietzsche estetiği ve yaratıcı yıkıcılığı, bilimin ve rasyonalitenin önüne geçirir. Nietzsche’nin temel amacı, bu dünyada gurbette olduğunu sanan insana, aslında bu dünyanın yuva olduğunu hatırlatmaya çalışmaktır.
“Dünyada iki farklı insan türü vardır. Bilmek isteyenler ve inanmak isteyenler.”
Nietzsche
Burada söz etmeye çalıştığım -Nietzsche’nin de dediği gibi- modernizm ile birlikte, tüm evreni bir makine olarak algılamaya başladığımızda -yani Fordizmde olduğu gibi- insan da çok küçülür. Kolaylıkla da yerine yenisi konabilir hâle gelir. Zaten sayısı da çoğalmıştır. Makineler gelişmiştir. İnsan işsiz, önemsiz, sıradanlaşmış ve hem kendine hem de çevresine yabancılaşır hâle gelmiştir. Bütün bu gelişmeler ve neoliberal politikalar, antitez olarak postmodernizmin doğuşunu tetikler. Heidegger ise, modern teknolojiye değinirken, insanın Varlık’a dönmesi gerektiği üzerinden bir yaklaşım getirir. Yani, kendini Varlık’ın tek ve mutlak sahibi gibi görmekten vazgeçerek, kendi varlığında Varlık’ın dolayımsız gizemini açmasını önerir. Böylelikle Varlık’ın üzerindeki örtü kalkabilir ve Varlıkla insan birlikte olagelir ve gizemini açarlar.
Ama hümanizm hızını alamaz ve postmodernizme gelindiğinde, artık aynı sofistlerin hâkim olduğu çağdaki gibi, yaygın inanışa göre her şeyin ölçüsü insan olur. Gerçeklik diye bir şey sadece varsayımdır, asıl olan insan ve insanın bireysel varlığı, onun arzu ve ihtiyaçlarıdır artık. Dünya geçici bir oyun alanından ibaret olur. Hazzın arandığı ve yaşandığı anlar vardır. Carpe diem denir ve gerisi hiçliktir. Günlük yaşamın koşuşturması, meşgul olunması gereken işler (oyuncaklar) insana düşünme fırsatı bile vermez. Her yer kişisel gelişim kitaplarıyla dolar. “Önce sen, sadece sen” diyen. Yani bize “Önce ben, sadece ben” dememizi tavsiye eden. İşte böyle bir ortamda, kişi bilinçli/farkında/aktif bir şekilde düşündüğü zamanlarda ya da onunla/kendisiyle konuştuğunuzda ‘kendisi dışında da bir varlık olduğunu’ inkar etmez. Ancak, ‘kendisi dışında bir varlık alanı yokmuşçasına’ yaşayabilir.
Oysa Terry Eagleton’a göre, ‘carpe diem’ diye anılan [günü yaşa] formül, yani: “Günü kavramanın, gül goncaları toplamanın, ikinci bir bardağı devirmenin ve bir yarın yokmuş gibi yaşamanın hummalı jouissance’ı (keyif), ölümü ümitsizce alt etme stratejisidir ve ondan bir anlam çıkarmak yerine onu aldatma çabasını simgeler. Bu strateji coşkulu hazcılığa, inkar etmeye çalıştığı ölüme bağlılığını bildirir. Bu, tüm marifet gösterisine rağmen karamsar, ölümün kabulü ise gerçekçi bir görüştür.”
Modernizmde kişinin/ bireyin/ ben kaybolmaya yüz tutması gibi, postmodernizmde de toplum/öteki/sen yok olmaya doğru gider.
Günümüzün heterojen dünyası, homojen bir bütün olma yolunda ilerlerken, hiç şüphesi herkes kendi çağını yaşıyor. Ama bugünler ilerde tarih olduğunda, torunlarımız bizim bu yaşadığımız yılları nasıl adlandıracak acaba? Kimliklerin bu kadar hızla birbirinin içine geçtiği, insanın Homo Deus olma yolunda, sınırlarını aşmaya olan inancını bu kadar sivrilttiği yeni bir dönemin ilk adımlarını yaşıyor olabilir miyiz? Zaten herkes için dünya aynı hızda dönmüyor olsa da, herkes kendi zamanını çok da abartmıyor mu? Geçmiş, şimdi ya da gelecek bir bütün hâlinde ortada duruyorken, zaman ve çağ zaten her daim bir devinim içindeyken, şu içinde olduğumuz zamanlar biraz zor zamanlar…