Daha önce de yazmıştık.
Ülkemizde tıp fakültelerinde öğrenci fazlalığından yakınılır.
Bir öğretim üyesine düşen öğrenci çokluğundan şikayet edilir.
Bunu hem öğretim üyeleri hem de öğrenciler dillendirir.
Hem de ısrarla ve inanarak şikayet eder tarzda tartışılır.
Nedenleri gerçekçi biçimde incelenmediği için de hiçbir zaman çözüme kavuşulmaz.
Yine kalabalık sınıflar…
Yine şikayetçi öğrenciler…
Yine rahatsız hocalar…
Tıp fakültelerinde mekan yetersizliği,
Tıp fakültelerinin altyapı için imkan yetersizliği…
Bunlar yıllar boyunca üniversitelerimizde yaşayageldiğimiz gerçekler.
Çözüm için öğretim üyelerimizden bir kısmına sordum; cevap olarak tıp fakültelerine daha az öğrenci alalım dediler.
Öğrencilere sordum; cevap olarak “Altyapımız yetersiz” dediler.
Politikacılarımıza sordum; “Yeni tıp fakülteleri açalım” dediler.
Vatandaşa sordum; cevap olarak, “İstanbul, Ankara, İzmir’e fazla ağırlık veriliyor” dediler.
Doğal olarak zaman zaman kendime de sordum ve cevap olarak “Hepsi de haklı” dedim.
Herkesin haklı olduğu bir konuda bir terslik var demektir. Bu da sorunun en kökten ele alınmasını çağrıştıran bir durum demektir.
Öğretim üyesinin birinci görevi öğrenci yetiştirmektir. Diğer görevleri ikinci sırada olan görevleridir.
Öyle bir düzen(!) kuracaksınız ki birinci öncelikli görev olan öğrenci yetiştirme görevini, öğretim üyesinin elinden alacaksınız.
Bunu yaparken de birçok bürokratik mekanizmaların bitmez tükenmez manevralarını kullanıp, başarılı olmanın mesajını da vereceksiniz.
Bütün bu çabalar ve bozuk düzen manüplasyonları sizi nereye taşıyacak? Bir basit değerlendirme yapalım:
Bir profesör (tıp profesörü) kaç yılda yetişiyor?
İlköğretim: 8 yıl,
Lise: 4 yıl,
Tıp fakültesi: 6 yıl,
İhtisas (doktora): 5 yıl,
Doçentlik çalışması: 5 yıl,
Profesörlüğe yükselme: 5 yıl.
Ortalama 30-35 yıl eğitim ve öğretim sürecini yaşamış bir Türk vatandaşı profesör oluyor ve ilk öncelikli görevi olan tıp fakültesinde öğrenci yetiştirmesi için görevlendiriliyor.
Doçentlik aşaması için bu süreç ortalama 25 yıl demektir.
Sonra da siz böyle paha biçilmemesi gereken bir birikimi öğrenciyle karşılaştırmayacak şekilde bir ortamda istihdam etme basiretini (!) gösteriyorsunuz.
Sonra da bindiğin dalı keserek düştüğün ağacın dibinde, öğrenci ve öğretmeninle ağlıyorsun.
“Azaltalım şu öğrenci sayısını!”
Evet! Değerli okuyucularım!
Demem o ki; yüzlerce doçent ve profesör öğretim üyelerimizin Sağlık Bakanlığı hastanelerine başhekim, şef ve şef yardımcısı olarak görevlendirilip, öğrenci yetiştirmekten soyutlanması, öğretim üyelerimizi harcamak değilse ne demek olabilir? Çözüm için ya Sağlık Bakanlığının eğitim hastanelerini üniversitelerin tıp fakültelerine bağlayalım ya da tıp fakültelerindeki öğrencileri, eğitim hastanelerinde görevli öğretim üyeleriyle buluşturalım.
Not: Bu yazı daha önce Medimagazin’in 261. sayısında yayınlanmıştı. Güncelliği nedeniyle yeniden yayınlanmasını uygun gördüm.