Kalp ve şeker hastalığı, hipertansiyon, astım, KOAH gibi geçmişte insanları öldüren ve sakat bırakan bir çok ağır hastalık, günümüzde etkin ve güvenilir tedavi yöntemleriyle tamamen kontrol altına alınabilmekte; bu hastalıklara yakalanan kişiler, hastalıklarına rağmen normal ve aktif bir yaşam sürdürebilmekte; bu hastalıklara bağlı iş ve okul günü kayıpları ve erken ölümler önlenebilmektedir.
Ne var ki, tıpta kronik (müzmin) deyimiyle tanımlanan bu hastalıkların tedavisi, genellikle yaşam boyu devam etmektedir. Çünkü uygulanan tedavi, hastalığı yok (kür) edememekte, ancak kontrol altına alabilmektedir. Hastalık kontrol altında kaldığı sürece, hastalığa bağlı yakınmalar, yaşam kalitesindeki kısıtlanmalar ve hastalığa bağlı diğer olumsuz sonuçlar görülmez. Hastalığın kontrol altında tutulması, çoğunlukla düzenli ilaç kullanımı ve ilaç dışı önlemlerin (hijyen, diyet, kilo kontrolü, egzersiz, sigara ve alkol alınmaması, stresle başa çıkma, vb…) sürdürülmesiyle mümkün olur. Örneğin bir hipertansiyon hastası, kendisine reçete edilen ilacı her gün düzenli olarak alır, fazla kilolarından kurtulur, fiziksel aktivitesini artırıp, spor yapar, dengeli beslenir ve stresten uzaklaşabilirse, hem kan basıncı normal sınırlar içerisinde seyreder, hem de yüksek tansiyona bağlı kalp ve böbrek yetmezliği, damar sertliği, felç, körlük gibi ciddi sağlık sorunlarından korunmuş olur. Ama hekimlerin bu tavsiyelerine kulak tıkar, yağlı ve yüksek kalorili gıdalarla beslenir, aşırı tuz tüketir, hareketsiz bir yaşam sürdürür, kilo almaya devam eder, sigara içer, stres altında yaşamaya devam ederse ve ilacını da her gün düzenli olarak almayıp, sadece başı ağrıdığında veya başı dönüp, gözü karardığında içerse, günün birinde yukarıda sözünü ettiğimiz ölümcül veya sakatlayıcı sonuçlarla yüzleşiverir. Ani bir beyin kanamasıyla felç gelişip, yatağa bağımlı hale gelebilir. Ya da böbrek yetmezliği ile diyalize bağımlı bir yaşama mahkum olabilir.
Yukarıda saydığımız hastalıkların tıbben tedavi edilebilir olması, pratikte bu hastaların sorun yaşamadığı anlamına gelmemektedir. Maalesef, yapılan bir çok araştırmada, hastalığı tıbben tedavi edilebilir olmasına karşın, hastaların büyük çoğunluğunun, var olan tedavi imkanlarından yeterince yararlanamadığı; söz konusu hastalıklardan dolayı ıstırap çektiği; yaşamlarının kısıtlandığı; iş ve okul günü kayıpları yaşadığı; kalıcı sakatlık ve erken ölümlere yakalandığı anlaşılmaktadır. Bunun en büyük nedeni: hastaların, tedavi konusunda üzerlerine düşeni yapmamasıdır. Tıpta buna “hastanın tedaviye uyumsuzluğu” denilmektedir. Tedavi uyumsuzluğunun asıl sebebi, hastanın bilgisizliğidir. Hasta; hastalığının ne olduğu, neden kaynaklandığı, nasıl ve ne oranda tedavi edileceği, tedavisinin ne kadar süreceği, hangi ilaçları, hangi dozda, hangi aralıklarla ve nasıl kullanacağı, ilaç dışında neler yapması gerektiği, özel bir perhizinin olup olmadığı, egzersiz, istirahat gibi tedbirler gerektirip gerektirmediği, tedavisiz kaldığında hastalığının nasıl seyredeceği ve ne gibi sonuçlarla yüzleşeceği, tedaviyle ilişkili risk ve yan etkilerin neler olduğu, tedavinin sonuçlarının ve hastalığın gidişinin nasıl ve neyle ölçüleceği, alternatif tedavi yöntemleri olup olmadığı gibi konularda bilgilendirilmelidir.
Hastaya, sadece bilgi vermek yeterli değildir. Hasta, tedavisini uygulayabilme becerisine de sahip kılınmalıdır. Örneğin bir şeker hastası, kan şekerini kendi ölçüp değerlendirebilmeli; diyetine uygun beslenebilmeli, insülin enjeksiyonunu yapabilmeli; ayak bakımını nasıl yapacağını öğrenmiş olmalı; kan şekeri düştüğünde, bunu erken hissedip, gereken müdahaleyi yapabilmelidir. Bir KOAH hastası, kendisine reçete edilen sprey ilacı, usulüne uygun şekilde alabilmelidir.
Bilgi ve beceri, bir eylemi gerçekleştirmek için gerekli, ama yeterli değildir. Hastanın, bilgi ve becerisini eyleme dönüştürebilmesi için motive edilmesi gereklidir. Kendisine verilen tedaviyle iyileşeceğine, bu tedaviyi gerçekleştirip, sürdürebileceğine ve böylece yakınmalarından, yaşadığı sorunlardan kurtulacağına inandırılmalıdır. Bunu yapabilecek olan tek kişi hekimdir.
Hastanın hastalığıyla başa çıkabilmesi için ihtiyaç duyduğu bilgi, beceri ve motivasyona sahip kılınması sürecine hasta eğitimi diyoruz. Hekimler olarak, sadece doğru teşhis koyup, doğru ilaçları reçete ederek hastalarımızı iyileştiremeyiz. Bunun kanıtı, her gün karşımıza gelen ve hastalıkları bir türlü kontrol altında olmayan ve hastalığa bağlı çeşit çeşit komplikasyonların gelişmiş olduğu diyabetli, hipertansif veya astımlı hastalardır. Hekime düşen: doğru teşhis ve doğru tedavi kadar, hastasını eğitmek için de zaman ve çaba sarf etmesidir. Hasta eğitimi, hekimin vazgeçilmez görevidir.
Ne var ki, gerek yoğunluktan ve gerekse bu yönde bir alışkanlığın pek olmamasından, hekimler, hastalarını eğitmek konusunu ihmal etmektedirler. Örneğin; yıllardır astım tanısıyla onlarca doktor tarafından kendisine sprey veya kuru toz inhaler ilaçlar reçete edilmiş hastaların % 80’i bu ilaçları doğru dürüst kullanamamaktadır. Bu durum, bir taraftan hastalarımızı mağdur ederken; diğer taraftan da hekimlerimizin emek ve çabasının da boşa gitmesi anlamına gelmektedir. Çünkü, doğru uygulanmayan hiçbir tedavi, başarılı olamaz. Hastasını eğitmeden reçete yazıp gönderen hekim, hastaya doğru teşhis koyup, doğru tedaviyi yazmış olsa bile, hastanın gözünde başarısız duruma düşecek ve hasta “Ona da gittim bir fayda görmedim” deyip, başka arayışlara girecektir.
Hasta eğitiminin yapılmamasının olumsuz sonuçları, sadece hasta ve hekime fatura edilmekle kalmaz. Ülkenin kaynakları da heba edilmiş olur. Hastane hastane, doktor doktor gezen; elinde bir çanta dolusu birbirinin muadili ilaç taşıyan; sık sık acil servislere başvuran, iki de bir hastaneye yatıp çıkan; işine okuluna gidemeyen ve bir türlü iyileşemeyen bu hastalar, kaynakların israfı; üretkenliğin azalması; sakatlıklar ve erken ölümler anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, faturayı ülkemiz, vergi mükellefleri olarak hepimiz birlikte ödemekteyiz.