“Temsil” kavramı Türk Dil Kurumu sözlüğünde “birinin veya bir topluluğun adına davranma” anlamına gelmektedir. Gündelik dilde örnek verme ya da benzetme anlamlarını içkin bir şekilde de kullanılmaktadır. Bizim bu yazıda daha çok odaklanacağımız anlam; birinin adına davranma ve buradan yola çıkarak “aracı” kelimesi ve giderek insanla kendisi ve tabiat arasına giren aracılar üzerinden yabancılaşma.
İnsan ve onu kuşatan varlık alemi yani tabiat ve eşya (hatta diğer insanlar) arasındaki ilişkide en önemli unsur, özne olarak insanın diğer eşya ve tabiatı olduğu gibi görebilmesi ve bilebilmesidir. Burada iki ana kavram daha devreye girer. Birincisi, hakikat olup eşyanın mahiyetini, tabiatını ifade etmektedir. İkincisi de, mutabakattır ki, eşyanın hakikati ile öznenin ona dair bilgisinin tam olarak örtüşmesi durumuna göndermede bulunur.
Özne ile eşya arasındaki boşluk kapatılamayacağı için, bunlar arasında mutabakatı gerçekleştirmek üzere yapılan bilgi temelli tanımlar ve isimlendirmelerle ilintili olarak temel tartışma konusu temsillerdir. Özne nesneyi hayatında daha belirli kılmak üzere “isimlendirme” yaptığında bu isimlendirmenin nesnenin hakikatine uygunluğu önem taşır ve temsil burada benzeme kelimesi üzerinden içeriklendirilebilir. Bu, semiyolojide “gösteren” şeklinde isimlendirilir. “İsim”, özne ile eşya ya da gösteren ile gösterilen arasında bir temsil durumundadır. Bu bağlamda isimlendirmenin, eşyanın hakikatine uygunluğu oranında bir gerçekliği ifade ettiğini söyleyebiliriz.
Diğer yandan özne ile eşya arasındaki boşlukta öznenin eşyaya dair temsiller, yani o eşyayı “göstermek” üzere aracılar çıkarması mümkündür. Bu tür temsillendirme, özne ile eşya arasındaki ilişkide eşyayı temsil etmek üzere ortaya konulan bir cisimlendirmeyi muhtevidir ve bu tür bir aracı ya da temsil gerçekliğe dair bir indirgeme ve belirli oranlarda bir çarpıtma içerir.
Tarih boyunca insanın (özne) eşya ve hakikatle ilişkisinde önemli değişimler yaşanmıştır. Klasik dönemde insan kendisinden bağımsız bir hakikat fikrini kabul ederken, bir özne olarak insan bu hakikat anlayışı çerçevesinde kendisini dönüştürmesi gerektiğini düşünür. Özne ile eşya arasında bir mutabakatın olabileceği kabul edilirken bu mutabakat (isabet ettirme) durumu sözgelimi İslam literatüründe “hikmet” şeklinde isimlendirilir.
Modern zamanlara gelindiğinde, özne ile eşya arasındaki ilişkinin derin bir düalizm olarak belirmesi ve Descartes ile birlikte hakikatin özne ile bağımlı hale gelmesi ciddi bir kırılma meydana getirmiştir. Bir kere Kant ile birlikte eşyaya dair hakikatin (kendinde şey) bilinemeyeceği dolayısıyla sadece eşyanın görünen kısmına bakarak bilgi edilebileceği kabul edildi. Son kertede insanın dış dünyayı değiştirmesi üzerine odaklı bir özne-eşya ilişkisi inşa edildi. Fakat yine de özne ile eşya arasında özellikle uygun yöntemler kullanıldığı zaman bilim yoluyla bir mutabakatın sağlanacağı kabulü devam etti.
Modern zamanlara eleştiriler ile birlikte tartışmamız bağlamında iki önemli kırılma meydana geldi. Birincisi, postmodern dönemle bilginin sınırları “öznel ben”in sınırlarına çekilerek hakikat parçalandı. Dolayısıyla eşya öznenin göreli algılamalarının konusu olarak mutabakatın sınırları da oldukça daraldı. Böylece genel olarak özne ile eşya arasında genelleştirilecek bir mutabakatın olamayacağı kabul edildi. Zaten özellikle 20. Yüzyılın ilk yarısından itibaren Wittgenstein başta olmak üzere birçok filozof bu mutabakatın gerçekleşemeyeceğine dair analizler ürettiler.
Bu anlatılanları özellikle içinde yaşadığımız postmodern dönemde Tanrı-insan ilişkisi ve Tanrı temsilleri üzerinden okumak mümkündür. Birincisi, postmodern süreçte zaten bütüncül bir hakikatten söz edilemeyeceği için Tanrı-insan arasındaki boşlukta muhtelif tanrı temsillerinin ortaya çıkışı daha da mümkün hale geldi. Hakikatin parçalanmış olması, “öznel ben”in merkezi konumunu koruması sonucu tekil olarak tüm “öznel ben”lerin tanrı temsili yaratımlarına açık bir durum oluşmaktadır. Özellikle hiçbir “temsil”in kendi başına mutabakatı sağladığına dair iddiası olamayacağı için, tanrı temsilleri de bütün çeşitliliğiyle kendisini göstermektedir.
Baudrillard’ın sorunsallaştırdığı husus ise yaratılan sanal gerçekliğin özellikle medya üzerinden temsillerle sürdürülmesidir. Öyle ki, Onun simülasyon kavramı neyin gerçek neyin gerçek olmadığının arasının bulanıklaştığına vurgu yapmaktadır. İlkel paganizm, tecessüm etmiş tanrı temsilleri üreterek insan ile tanrılar arasında “aracı”lar yaratmakta; gerçekte bu aracılarla elde ettiği boşlukta diğer insanlar üzerinde tahakküm kurmaya çalışmaktaydı.
Günümüzde daha rafine bir sistem işlemektedir. Medyada yaratılan temsiller gerçekliğin yerine ikame edilerek, adeta insan sersemletilmeye çalışılmaktadır. İnsan bu çeşitli temsillerden başını kaldırarak, bizzat hakikatin peşine düşecek, yola girecek bir mecali kendisinde bulamamaktadır. Bugün hayat o kadar “temsil”lere boğulmuştur ki, bu bazen bir marka, bazen bir isim bazen bir teknoloji olarak hayata girmektedir.
Bu zamana kadar üretilen temsiller, gerçeklikten kopuk değildi; onu taklit etmekteydi. Fizikçilerin elan ajandalarında olan “gerçeklikten kopuk temsil mümkün mü?” sorusuna verilecek olumlu cevap, son kertede artık bir temsil üretmek için Tanrı’ya bile ihtiyaç duyulmayacağını imler.
Kesin olan şey ise, neyi temsil ettiği muğlak olan bu temsillerin giderek hayattan mesafe aldıklarıdır. Hz. Peygamber’in (SAV) “insanlığın kaybolduğu vadi” diye bahsettiği böyle bir şey olsa gerektir. Şayet “hak gelip batıl zail olacaksa”, her şey bir “asa”ya (gerçekliğe) bakar.