Küçükken tam bir filmkoliktim. Hala izlemeyi severim. Annemin tabiriyle; o zamanlar filmleri izlemiyor, sanki yaşıyordum. Benim bu halim annemi ne kadar zorlamış, yıllar sonra fark ettim. Annemi anlamaya başladığım yıllar çok geç gelse de şükür ki geldi.
Neyse, bu başka bir yazının konusu. Şimdi ana konuma geri döneyim.
Eskilerden iki film özellikle aklımdan çıkmaz, isimlerini hatırlamasam da konularını unutamadığım bu filmlerden birinden kısaca bahsetmek istiyorum.
Ergenliğinde olan Marc, tek ebeveyni annesi Rose ile dağınık mı dağınık bir dairede yaşamaktadır. İsimleri uydurdum, zira hatırlamıyorum.
Marc annesinin bu kadar dağınık olmasından çok şikayetçidir. Evlerini hiçbir zaman tertipli ve düzenli görmemiştir. “Annem tek ebeveyn olduğu için hayat koşturmacası içinde ancak bu kadarını yapabiliyor.” diye düşündüğünden annesine kızmamaktadır. Bir erkek olarak ev temizliğinden anladığı da söylenemez. Bir gün televizyon izlerken ekranda geleceğin gösterildiğini fark eder. Bunun şaşkınlığını üzerinden atması için bir süre geçmesi gerekir. Sonra aklına gelen parlak bir fikirle geleceğin at yarışı sonuçlarını not eder ve o yarışlar üzerine bahis oynar. Yarışlar oynadığı şekilde sonuçlanınca eline biraz para geçer. Bu parayla ilk yaptığı iş evi temizlemesi için bir kadın tutmak olur ve annesi işteyken evi düzenli ve tertemiz bir hale getirir. Ancak annesi eve geldiğinde evi bu kadar düzenli görünce çok sinirlenir ve kızar. Annesinin neden kızdığını anlayamaz, ne güzel annesinin yetiştiremediği işleri bitirmiş, evin temizlenmesini ve düzene girmesini sağlamıştır. Ancak bilmediği şey şudur ki annesi bir yazardır ve ancak dağınık ve karışık ortamlarda yazabilmektedir, evin düzenli hale gelmesi onun yazamaması anlamına gelecektir. Yazamadığı zamanda işine devam edemeyecek, yaşamları için gereken parayı kazanamayacaktır. Annesi evi hemen dağıtıp eski düzenine geri getirmeye çabalar. Yani; herkesin düzeni “düzenli” olmak zorunda değil ya. Dağınıklıkta da bir düzen vardır.
Kabaca böyle hatırlasam da belki de sahneler çok daha farklıydı. Aklımda kalan ana tema bu. Filmin sonunu da hatırlamıyorum. Belki bu yazının okuyucularından biri hatırlar ve ismini yazar da bulup tekrar izleme fırsatım olur.
Henüz 10-14 yaş aralığında olduğum dönemde izlediğim filmlerden “biri” idi sadece.
Neden bu film aklımda kalmış olabilir ki?
Televizyonda geleceği görüp yarışlardan “kolayca” para kazanıp zengin olması hoşuma mı gitmişti? Ne de olsa para gün sonunda mutlaka kazanılması gereken bir araç. Yaşamak için hepimiz para peşinde koşmuyor muyuz? Marc da, annesi de yaşıyordu.
Yaşadığı hayatı değiştirmek isteyen ve bunun karşıdaki için ne anlam ifade edebileceğini sorgulama gereksinimi görmeden değiştiren kişi; Marc; sadece bir çocuktu, 18 yaşına kadar hepimizin olduğu gibi. Eline geçen ilk parayla “çocuk aklıyla” annesinin hayatını güzelleştirmeye çalışmıştı. Bu iyi niyet onun kızan, bağıran bir anne ile karşılaşması ile sonlanmıştı. Annesinin bile isteye bu şekilde yaşadığını nereden bilebilirdi ki? Onunla bu bilgi hiç paylaşılmamıştı. Her gün koşuşturan annesi ile en son ne zaman iki lafın belini kırmışlardı?
Evde güzel bir şey yaptığı halde Marc’ın annesinden azar işitmesi canımı mı sıkmıştı? “O kadar iyi niyetiyle annesinin yükünü sırtından almak isteyen bir çocuk böyle terslenmemeliydi.” diye düşünüp sahneyi aklıma kazımış, hatta o hisleri hissetmiş olabilir miydim?
Annesinin dağınık ortamda çalışabiliyor olması ilginç mi gelmişti? “Üretebilmem için dağınık ortam şart!” diye düşünen bir insan olabilir mi? Halbuki hep düzenli, tertipli olmak, yaptığımız her şeyi düzgün, özenli ve zamanında yapmak öneriliyordu. Hayatımızı düzgün,tertipli yaşarsak her işine bunu yansıtan bireyler olacağımız için hayatta daha başarılı olacağımız öğretiliyordu. Ama Rose dağınık, tertipsiz, özensiz bir evde yaşamadan yazamıyordu.
Hayat hiç de öğretilen, önerilen, söylenen gibi değildi. Bizden robot insanlar olmamızı istiyorlardı, ama kim robot olmak isterdi ki?
Bazıları duygu dolu yaşamayı, bazıları duygusuzca yaşamayı;
Bazıları kolaydan para kazanmayı, bazıları zora göğüs germeyi;
Bazıları anı yaşamayı, bazıları geçmiş/geleceğe takılmayı;
Bazıları değişmeyi, bazıları olduğu gibi kalmayı;
Bazıları ast olmayı, bazıları üst olmayı;
Bazıları emir vermeyi, bazıları emir almayı;
Bazıları acı yaşamayı, bazıları acıları gömmeyi;
Bazıları acıyı sevmeyi, bazıları acıdan kaçmayı …………..seçer.
Bazen farkında olarak bazense olmayarak yapılsa da seçimler…
Herkes seçiminin sonuçlarına katlanır, çünkü hayatı bu seçimlerle yaşar.
Bu satırları yazarken filmden bir kare canlanıyor gözümün önünde; Rose televizyonu alıp çöpe atıyor. Eyvah, eyvah! Gitti paracıklar!
Sonra Türk atasözümüz imdadıma yetişiyor; “Haydan gelen huya gider.”
“Google amca nasıl açıklar bu atasözünü?” diye merak ediyorum ve googlelıyorum; artık modası geçse de. Onca AI varken, Google mı! Gülüyorum.
“Allah’ın verdikleri sonunda yine Allah’a dönecektir, anlamında olmasına rağmen, halk arasında çabasız kazanılanların yine nedensizce veya kolayca elden çıkacağı anlamında kullanılmaktadır.”
İlk çıkan sonuç. En üstte çıkan.
Artık kimin SEO’su iyiyse.
Çalış ki kazanasın, tembeli kimse sevmez.
Bahis elinden gelen çaba, kapasitenin en iyisi.
Vücudunu harap ederek değil..
Sağlıklı, üretken, huzurlu günlere.