Aşırı yoğun kongre programlarımı tamamladım diye ümit ediyorum! Kongreye gitmek, yeni bilgiler edinmek, bilgi ve görgüyü artırmak bakımından oldukça önemlidir. Ben artık davet edilmediğim kongrelere pek gitmiyorum, daha doğrusu zaman baskısı nedeniyle gidemiyorum. Öğretim üyesi olarak elbette öğrenmek lazım hiç ara vermeden, şüphesiz aynı şekilde öğretmek de lazım. Kongrelerin bir de sosyal yanı vardır. Meslektaşlarınızı görmek, gençlerin neler yaptığını izlemek, bazen de onları gelecek çalışmalara dâhil etmek için yakın tanıma fırsatı bulmak kongrelerin hoş yanıdır.
Bugünlerde kongrelerin yeni bir amacı daha var! Doçentliğe başvuru ölçütlerinden biri de sözlü sunumlardan puan toplamak! Detaylı olarak anlatmaya çalışayım; başvuru için minimum beş, maksimum sekiz sözlü sunudan alınmış puan koşulu konulmuş. Yurt içi bir kongrede sunulan bildiri iki puan alırken, yurt dışı bir kongrede üç puan alıyor. Pratik hesap, iki kongreye gitse aday beş puan alıyor. Ama gerçekler böyle değil! Bir sözlü sunuda kaç isim varsa puan/sayı hesabı yapılıyor. Yani üç puanlık bir yurt dışı kongreye gitti aday ve sözlü bildirisi var, üç kişilerse sadece bir puan alabiliyor. Neyse matematik hesap da bitti. Beş puanı almak o kadar da kolay değil yani. Kongrelerde ayrı bir salon, daha doğrusu birkaç salon bildiri sunma çılgınlığına ayrılıyor. Gençler ellerinde bir çanta, o kongre senin bu kongre benim puan topluyorlar!
Bir çalışma sözlü sunu puanı aldıysa aynı başvuruda makale bile olsa kıymeti yok, puan alamaz kural bu! Çok hızlı sunum trafikleri içinde, genelde pek bilimsel anlamı olmayan nadiren iyi çalışmaların feda edildiği oturumlar yapılıyor. Bir süredir çok merak ediyorum, bu bildiri sunma çılgınlığının kime ne faydası var? Kongre organizasyon komiteleri artık durumu bildikleri için hemen salonlar ayırıp, fazla da seçici olmadan gelen bildirileri kabul ediyor. Bu puan toplama yarışının hayırlı olmadığını başka puan toplamalardan biliyoruz. Kalitesiz, işporta işi ürünler her yere saçılıyor. Kaliteyi düşürmek çok kolay, ya sonra ne olacak?
Yine doçentlikle ilgili bir başka tespitim de atıflardan alınan puanlarla ilgili. Bir akademisyenin yazısının atıf alması çok önemli bir şeydir. Çünkü başka çalışmacılar sizin yazınızı okumuş ve kaynak gösterilmeye değer bulmuş anlamına gelir. Diyelim ki çok başarılı bir akademisyensiniz ve çok atıf aldınız, puanınız da çok yüksek ama siz ancak 20 puanlık kısmını alabilirsiniz. Başvuru için gereken 100 puanın içindeki atıfların yeri 20 puanla sınırlıdır.
Nicelikle değerlendirilen her şeyin dejenere olması ve çökmesi kaçınılmazdır. Bütün mesele niteliğin yükseltilmesi meselesidir akademik çevremizde. Üniversitelerin dünya sıralamasındaki yerleri, mezunlarımızın kalitesi, yaptığımız inovasyon ve diğer dışa yansıyan unsurlara bakıldığı zaman çok da başarılı bir tablo görünmemektedir. Hep birlikte bu işin nasıl daha kaliteli hâle getirilebileceği konusunda kafa yormamız gerekli. Değişik fikirlere açık olmalıyız.
Yine sözlü sunum çılgınlığına döneceğim. Bu sunumları yapmanın gençlere ne faydası var? Gençler bundan ne öğrenecekler, nasıl bir fayda sağlayacaklar ben bilmiyorum. Amaç, topluluk karşısında etkin sunum becerilerinin değerlendirilmesi ise bunun yolu sözlü bildiri sunmak olamaz. Bir ders anlattırma belki daha anlamlı olabilir. Az kalsın unutuyordum! Bildiriyi sunmadan da puan almak mümkün yeter ki adınız olsun! O hâlde bu kriter neyi ölçüyor? Bazen anlamak zor hâle geliyor. Nasıl ki predator (avcı) dergiler türedi, aynısı sözlü sunum çılgınlığı için de oluştu! Zira genç akademisyenler buna sürükleniyorlar. Adı sanı belirsiz, tek amacı sözlü sunum puanı sağlamak olan toplantılar!
Artık niteliği öncelemenin zamanı gelmedi mi? Bunu sağlamanın çok yolu olduğunu düşünüyorum. Üniversiteler asıl görevleri olan bilim üretme görevlerine tam olarak dönerlerse ve üniversitelerin misyonu yeniden tanımlanırsa belki bir şeyleri düzeltmek mümkün olabilir. Üniversiteler nasıl daha iyi olur sorusuna da birlikte yanıt aramak gerekiyor. Bilimsel standartların yükseldiği ve unvanların içlerinin niteliklerle doldurulduğu nice güzel günler dilerim.
Yazımı yine bir rubai ile sonlandırırken herkesi saygı ile selamlarım.
KALBİM DAİMA MAHZUN
Mefâ’îlün / mefâ’îlün / mefâ’îlün / mefâ’îlün
• — — —/ • — — — / • — — —/ • — — — /
Güneş örtündü bin gölgeyle, aydınlık gider birden,
Karanlık tül kadar nârin iner dünyâya hep erken.
Benim rûhumda mâhur şarkı başlar, hüznü çok bildik,
Bu kalbim dâimâ mahzun o akşamlarda gelmezsen.
Dâi Dilek