Toplumlarda fakirlere, darda kalmışlara el uzatmak hayırseverlik olarak adlandırılıyor. Depremlerde ve diğer doğal afetlerde yardımda bulunmak için kurulmuş derneklerimiz var. Bakanlıkların ve belediyelerin afet kuruluşları ve kurtarma ekipleri var. Bir kurtarma olayına önce onlar giderler. Ekranlarda izleriz, nereden hangi kurumdan oldukları çalışanların sırtlarında yazılıdır. Falanca belediye, AFAD, NAK, GEA, AKUT gibi yazılardan anlarsınız nereden olduklarını.
Önce herkes can kurtarmaya yönelir. Ardından sıra, kurtarılanların geleceklerini kurtarmaya gelir. Evi barkı yıkılan, yanan yok olan, sellerde harap olanların, “hayatlarını bundan sonra nasıl idame edecekler?” sorusuna yanıtlar aranır. Kızılay barınmaları için çadır kurar. Çadırların içleri, mevsimine göre yatak, uyku tulumu, battaniye, elektrik sobayla donatılır. Belediyeler aşevlerini hizmete sunarlar.
Vatandaşımız da elinden geldiğince yardımda bulunmaya çalışır. Komşu lokanta bedava yemek dağıtır. Bir başkası elinde çay, simit getirir. Ancak, günler geçtikçe gelen yardımların arkası kesilir. Afetzedeler, yakınlarının ya da belediyelerin bulduğu evlere yerleştirilir. Fırsatçılar, anında kiralara zam yaparlar.
Esas sıkıntılar da bundan sonra başlar. Muhabirler çoktan ayrılmıştır, siz artık ekranlarda başka olayları görürsünüz. Felaketzede için yaşam yeniden başlar; öğrenciler okullarına, işi olan işine, işi olmayan da iş bulmaya gider.
Bu sabah Netflix’te “Hayırsever” adında yabancı bir filmi izledim (Good Sam, 2019). Gizli biri geceleri, seçilmiş bir evin kapısına içinde 100.000 dolar olan ufak bir poşet bırakıyordu. Para bırakılanların hepsi de, sanki özenle seçilmiş gibi ihtiyacı olanlar grubundaydı. Parayı alan ihtiyacı olan kadarını kullandıktan sonra, kalanını bir başka ihtiyaç sahibine, engelli derneği, aşevi ya da kanser araştırmalarına veriyordu.
Yardımsever bir toplumumuz var. Ramazanda yardım kolisi, kurbanda kurban eti, seçim öncesinde torbayla kömür, bazı yerlerde bir yakınımızı kaybedince lokma, mevlüt dinleyenlere şeker, lokum dağıtırız. Düşünüyorum, “acaba yaptığımız ne denli efektif oluyor” diye kendime sormadan edemiyorum. Yoksa biz bu şekilde dilenciye sadaka verir gibi sadece kendimizi mi tatmin ediyoruz? İhtiyacı olanları kendi elimizle dilenciliğe mi alıştırıyoruz?
Gerçekten de ihtiyaç sahibi kimdir, ihtiyacı olan nedir, ne kadardır ve ne kadar süreyledir. Hiç gidip araştıranımız oldu mu? Çoğumuz, “benim vaktim olmaz, gönderirim bir dernek, ya da vakfın banka hesabına, onlar benim adıma ihtiyacı olanları bulur nasıl olsa” mı diyoruz. Gerçek ihtiyaç sahibi çoğu zaman ortaya çıkmaz, utanır ve kendini gizlemeye çalışır. Onları gidip mahallelerinden birilerine sormak, arayıp bulmak ve asıl ihtiyaçları nedir onu öğrenmek lazım. Kendimiz evlerine kadar gidemesek de muhtarlıklardan, camilerden, okuldaki öğretmen ve hatta mahalle kahvesinden bile gidip sorulabilir. Ah şu vakit darlığı da olmasa!
Aslında, biz neyi kurtaracağız, neyi nasıl kurtarmamız gerekiyor? Günü mü, ayı mı, yoksa yılları mı kurtaracağız? Bir kişiyi mi, bir aileyi mi, yoksa bir öğrenciyi mi?
Klasik bir söz vardır. Çoğunuz bilirsiniz. “Fakire balık vermeyin, ona balık tutmayı öğretin” derler. Demek ki, fakire, işsize öncelikle bir iş bulup vermek lazım. Öğrenciyse onu okuluna göndermek lazım. Destekçilerin ve bağışçıların en kötü yanı, er ya da geç günün birinde tükenmeleridir.
Eskiden halkımızın çoğunluğu köylerde ve kasabalarda yaşardı. Oralarda herkes komşusunun, köylüsünün ne ekip ne biçtiğini, hatta ne yediğini bile bilirdi. Kimin ocağı tütmüyor, kimin evinde ekmek, erzak yok bilinirdi. Kasabalar üç beş bin, şehirler yirmi, otuz bin kadardı. Son elli yılda köylerden kasabalara, kasabalardan şehirlere, oralardan da büyük metropollere doğru büyük bir göç oldu.
Şehirde, apartmanda, caddede, sokakta kimse birbirini tanımıyor, tanımak istemiyor, konuşmuyor, hatta selam bile vermiyor.
“Aç tavuk darı ambarını deler” derler. İnsanlar aç ve işsiz olunca hırsızlık, kapkaç, dolandırıcılık, hatta soygunlar bile artmadı mı?
Başta yönetenler olmak üzere, herkesin şapkasını önüne alıp derin derin düşünmesi lazım. “Biz neredeydik, nereye geldik, ne ara böyle olduk, nasıl oldu da çürüyüp bozulduk” diye kendisine sorması lazım.
Yoksa fakire şeker, kömür dağıtmakla, eline üç beş kuruş sıkıştırmakla toplumlar kurtarılamıyor. Kendisinden yardım isteyen kanserli genç kızın eline para sıkıştıran o sayın bakanımız gibi, elleriniz birden boşta kalıverir. Genç kızımızın söylediği o iki çift söz, suratınıza şamar gibi iniverir. Bilenler çok iyi biliyor, biz yardım dahi edemeden onu birkaç ay sonra sonsuzluğa uğurlamıştık. Yuh olsun bize. Sayın bakanın belki kulakları çınlamıştır. “Koca koca yöneticiler, bakanlar bile görememiş, biz ne yapalım” demek gibi bir lüksümüz asla olmamalı. Merak eden, eğer zamanı varsa yerinde gidip incelesin, zaman bulamayanlar ekranlarda seyretsin, günde kaç cinayet, kaç soygun, kaç dolandırıcılık oluyor açıp gazetelerden okusun.
Yıllar içinde toplumumuzun dengesi bozulmuş, işte onun bu bozulmuş dengesini bir an önce elbirliğiyle onarıp düzeltmemiz lazım. Yoksa fakire, işsize, üç beş kuruş sadaka vermekle toplum düzelmiyor.
1 yorum
Açız başkanım evimize ekmek götüremiyoruz serzenisine okadarda abartmayın cevabıyla birlikte verilen keyif çayı alan vatandaş zor durumda öldüğünu söyleyebilen vatandaş bu yardıma erişmiyorsa bunu dile bile getiremeyenler ne yapsın.
Öte yandan devlet sosyal olmalı diye düşünüyorum hocam. Devleti her konuda kar etmesi düşünülen bir şirket gibi yönetmek nasıl bir anlayıştır .bu anlayış üniversite okuyan öğrenciye ve hastaneye gelmiş kişiye müşteri gözüyle bakan anlayıştır heralde hocam nacizane yorumum bu hocam sağlıcakla kalın.