Ramazan ayı, oruç tutup, gönül bahçemizi sulama ayıdır. Ayrık otların temizlenme ayıdır. Ancak bazı Müslümanlar çok küçük nedenlerle oruçlarını yediklerini görüyoruz. Çok küçük bahaneler ileri sürerek oruç tutmamak doğru değildir. Öyle ki, bütün dinlerde oruç ibadeti bulunmaktadır. Oruç ibadeti, bütün dinlerin azimet ilkesi haline gelmiştir. Öte yandan oruç tutamayacak kimseler için ruhsatlar tanınmıştır. Bu ruhsatlar, fıkıh kitaplarından ayrıntılı olarak ortaya konulmuştur.
Müçtehit imamlar, oruç tutamama mazeret ve gerekçelerini fıkıh kitaplarında belirlemişlerdir. Bunlar genellikle; hasta olanlar veya oruç tuttuğunda hastalığı artacak olanlar oruç tutmayabilirler. Yolcu olanlara tutup tutmama ruhsatı tanınmıştır. Fakat tutmak daha evlâdır. Hamile ve çocuk emziren kadınlar çocuğu zarar görecekse oruç tutmayabilirler. Oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlılar da oruç tutmazlar, fidye verirler.
Kadınlar özel durumlarında oruç tutmayabilirler. Kadınlar hakkında bütün tartışma, “tutamazlar veya tutmayabilirler” cümlelerinde yatmaktadır. Demek ki oruçla mükellef olanlar, pek çok konuda oruç tutmama mazeretleri dikkate alınmış, kendilerine oruç tutmama ruhsatı verilmiştir. Bu ruhsatları kullanma veya kullanmama durumu kişinin vicdanı ile imanına bırakılmıştır. Oruç tutmayanların mutlaka bir mazeretleri vardır. Oruç tutmayanlar, oruç tutanlara saygı göstermelidirler. İnanç özgürlüğü bunu gerekli kılar. Azimet ve ruhsat. Allah’tan utanmıyorsa dilediğini yap, dilediğin mazereti ileri sür.
Kadınların özel durumlarında oruç tutup tutamayacakları konusu, her daim ısıtılıp ısıtılıp soru olarak sorulmaktadır. Bu soruya bir cevap vereceğimi söylemiştim. Bu vesile ile birkaç cümle kaleme aldım. Bilindiği gibi ibadet alanları daha dikkatli olunması gereken bidat alanlardır. Hayızlı kadınların oruç tutamaz görüşünü beyan edenler, çoğunluk önceki kabulleri ispatlama peşindedirler. Öyle ki, ya müspet ya da menfi görüşlerini beyan ettikten sonra, kendi görüşlerini destekleyecek beyanlara ağırlık verirler. Bu durum, bilimsel objektiflikten tamamen uzaktır. Kendilerinin tâbi oldukları içtihadı ve müçtehidi savunmaktadırlar.
Bu konular ortak akılla karara varılacak konulardır. Öyle ki, ibadetlerde hukuk birliği, bunu gerekli kılar. Öncelikle bu durum tamamen kadınları ilgilendiriyor. Bu konuda kadınların görüşleri esas alınmalıdır. Damdan düşenin halini, damdan düşenler anlar. Bizde kitapları erkekler yazar, sözleri erkekler söyler denilebilir. Kadınların bu özel durumları hakkında kadınların konuşmasını daha doğru buluyoruz.
İkincisi, bu konuda klasik eserlerde müçtehitlerin mevcut içtihatlar bulunmaktadır. Diyanetimiz de bu mevcut içtihatları tekrarlayarak bugüne kadar gelmiştir. Bu konuda medya veya camilerde farklı söylemler ileri sürülmesi halkın kafasını karıştırabilir. Bunun için daha dikkatli konuşmalar yapılmalıdır. Bugün halkımız içtihadın ne olduğunu bilmeyebilir. Sözüm ona bu konuda icma da var denilince, farklı düşünenler, halk tarafından söylem olarak din dışına da itilebilirler.
İcma’nın sübut ve delaleti kati olan hükümlerde yapılmasını tahkimat kabilindendir. İçtihat alanındaki İcma’nın değişmez nas gibi telakki edilmesi bir metodoloji sorunumuzdur. Bu durum İcma’nın mahiyetine bakış açısına göre değişir. Bunun için açıklamalar konusunda daha titiz davranılmalıdır. “Hayızlı kadın, namaz kılamaz, oruç tutmaz. Orucu kaza eder, namazı kaza etmez” anlayışı hâkim bir görüştür. Bu durumdan farklı sesler duyulunca da, “din mi değişti” gibi söylemlerle karşı karşıya kalırsınız. Bunun için medya ve camilerde yapılan vaaz ve irşatlarda bu gibi tartışmalı konulara girilmemelidir. Ortak kültürümüzün temsilcisi olan Diyanet’in verdiği fetvanın dışında medya veya vaaz beyanları, ibadet birliğimizi sarsabilir. Yanlış algılamalara imkân verebilir. Beyanın doğru olması maksadı hâsıl etmeyebilir.
Sonuçta İslam fıkıh tarihinin klasik döneminde hayızlı kadının oruç tutamayacağı görüşü hâkimdir. Öyle ki, bu konuda İcma’nın varlığı ileri sürülmektedir. Günümüzde ise bu hâkim fıkhî görüşün aksine konu hakkında farklı yorumlar yapılmaktadır. Ortak akıl, orta yoldur. Orta yol ehlisünnet yoludur. Ehlisünnet yolu âkil insanların yoludur. Bu konunun iki tarafı bulunmaktadır. Bazı bilginlere göre hayızlı kadın oruç tutabilir. Hayızlı kadın genel olarak oruç tutmayabilir. Ancak mazeretinin takdiri kendini bağlar. Çünkü her kadının mazereti farklıdır. Fetva da bireyseldir. Her hastaya farklı narkoz verildiği gibi her kadın kendi bünyesinin durumunu daha iyi bilir. Bu durumda Kur’an’daki hastalık ve yoluculuğa kıyas yapılarak ruhsat hükümleri işletilir. Bu ruhsatta kadınların kendilerini daha iyi bilebileceğinden, tutup tutmama kendilerine bırakılmıştır. “Bu bir ruhsattır” derken, bunu kastetmekte oldukları anlaşılmaktadır.
Kadınların kendi ellerinde olmayan bir mesele için “kaza” tabirinin kullanılmasını da hoşnut görmezler. “Kaza” ise eda vaktinde eda edilmeyen bir ibadet için kullanılan kavram olduğundan, “kaza” kavramını da doğru bulmazlar. Sorumluluğun yerine getirilmediği durumlarda kazadan söz edilir. Yani teklif varsa, bu teklif zamanında yerine getirilmiyorsa “kaza” edilmesinden söz edilir. Diğer bilginler ise geleneğin tekrarının tahkimatını esas almışlardır. Bu yolu daha emniyetli ve garantili görmüşlerdir. Bir de İcma’nın varlığını ileri sürmüşlerdir ki, bu konuda İcma’nın varlığı da tartışmalıdır. Çünkü hayızlı kadının durumu ile ilgili hüküm zannî alanda yapılmış bir icmadır. Bu icma manevi mütevatir olarak günümüze kadar da gelmiş olduğunu ileri sürerler. Keza ibadet alanında kıyas yapılamayacağı, teabbüdi alanlarda rivayete uymanın daha doğru olacağını ileri sürmüşlerdir. Bu durumda hayızlı kadının namaz kılarsa bidat veya kabul olmayacağına kaildirler.
İki tarafın bilginleri de hastalık, eza, eda, kaza hükmi kirlilik gibi kavramlara yükledikleri manalardan yola çıkarak görüşlerini temellendirmeye çalışmışlardır. Her iki tarafın görüşleri ve gerekçeleri saygıya değerdir. Çünkü bu bir içtihat konusudur. Bireysel içtihatta yanılabilme ihtimali olduğu gibi toplu içtihatlarda da yanılma ihtimali bulunmaktadır. Elbette ki toplu içtihatlar, bireysel içtihatlardan daha emin yollardır. Naslardaki bu boşluklar ve zanni alan, ümmet için rahmet olarak görülmelidir. Tarihte zan alanında yapılan içtihatların (zanni alanda icma ve kıyas mutlak doğru gibi algılanması düşündürücüdür.
Hayızlı kadının oruç tutma konusundaki usul ilkesi önemlidir. Yapılan tartışmalarda bunların görülmemesi çok acıdır. Hemen her çalışma ve görüş beyan edenler okunduğunda, bilimsel objektiflikten ve etik değerlerden uzak, müçtehitlerinin görüşlerini tekrarlayıp kendilerinin de aynı görüşü ispatlama peşindedirler. Konu hakkında sanki iki çarpışan tarafın olduğu, biri diğerine üstün gelme mücadelesi verdiği, farklı yorum yapanlar dinin dışına itildiği, sapıklıkla itham edildiği görülmüştür.
Klasik dönemin yorumlarını mutlak doğru algılayan müzmin hastalık önemli bir ayrılık konusu olduğu anlaşılmaktadır. Müslümanlar bugün düstursuzca birbirlerini yaralıyorlar. Adeta bazıları dini kurtarma peşine düşmüşlerdir. Bu dinin koruyucusu ve kurtarıcısı bellidir, kendini Allah adına mutlak doğrunun tarafında görmek tehlikeli ters yola girmektir. Allah (cc) “bu dini biz indirdik biz koruyacağız” demektedir. Böylece kazmayı, küreği alan kardeşine mezar kazıyor. Attığı taş ürküttüğü kurbağaya değmiyor. Bu konuyu objektif ve bilgiye açık zihinler ancak tartışılabilir. Bunun için önce bilgiye açık zihinlerin olması gerekmektedir. Kafasında putlaştırılmış bilgilerle donanmış insanlarla bilimsel tartışmaya girilmemelidir. Kur’an bu konuda cahillerden yüz çevirin buyurmaktadır. Bunlar ister mürekkep yalamış cahiller olsun, isterse de klasik cahiller olsun fark etmez.
Bu konunun usul hukukumuzdaki durumu ele alınmalıdır. Kadınların özel halleri vücub ve eda ehliyetini ortadan kaldırmadığı söylenir. Konu bu yönüyle daha derin bir tezekkürü gerektirir. Bu hüküm teklifi bir hüküm müdür? Yoksa vad’i bir hüküm müdür? Bu durumda kadınlardan teklif kaldırılmış mıdır? Yoksa kadınlara bu durumda ruhsat mı verilmiştir? Usul hukuku açısında hadisin durumu nedir? Hadis ve klasik dönem uygulamaları, hayızlı kadın oruç tutamaz mı? Tutmaya bilir mi? Bu ruhsatın kapsamının genişliği zamanla yasağa mı dönüştürülmüştür? Bugün bu konuya genellikle hissi ve duygusal yaklaşılıyor. Bunlar içtihadı konulardır. İçtihadı konularda birden fazla görüş olması kadar doğal bir durum yoktur. Mezhep imamlarımızdan bir meselede birden fazla görüş olduğu malumdur. İçtihat içtihadı da nakzetmez.
“Mevridi nasta içtihada mesağ yoktur” ilkesi bile sığ bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Öyle ki, klasik dönemdeki içtihadı değerlerin mutlak doğru görülüp içtihat yapılan bu konuda farklı yorum yapanlar sapkınlıkla suçlanmıştır. Tarih bunların örnekleriyle doludur. Nitekim bu ta’rizlere ilk muhatap olanlar, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Hanefi’nin yaptığı içtihatlardır. Teabbüdi konularda içtihat yapılmaz denilse de, hemen her müçtehidin yapmış olduğu ortadadır. Farklı bakış açıları bugün tam bir din istismarına konu yapılıyor. Söylediğim gibi konu öncelikle hak ve fiil ehliyeti acısından ele alınmalıdır.
Vucüp ve eda ehliyetini ortadan kaldırmayan bu durumda teklif var mıdır? Yok mudur? Bu durumda teklif varsa ki, klasik usul “vardır” diyor. Bu durumda sonuç farklı olur. Bugün maalesef miyop bir okuma biçimi ve sığ bir gelenek anlayışı pek çok meselenin tartışılmasına imkân vermemektedir. Kimisi geleneği kaldırıp atıyor, kimisi tam tersini yapıyor. Bu iki aşırı uçlar, toplumumuza huzur getiremeyecektir. Adeta kılıçlar çekilmiş nasıl barış yapılsın ki? Niyet hayır olacak ki, akıbet de hayır olsun. Her biri objektiflikten uzak, bilimsel etik dışı suçlamalarından öteye geçmemiştir. Klasik geleneği söyleyenler alkış tutulur, farklı yorum getirenler dışlanıyor. İster hastalık kapsamında görülsün, ister kaza lafzı kullanıldığından teklifin düşmediği söylensin; ister Hz. Ayşe’nin rivayeti temel alınsın bunların her biri yoruma muhtaçtır.
Keza ister ibadet kapsamında kıyasa yer yoktur ilkesi temel alınsın; isterse ameli tevatür ilkesine sığınılsın bunların her biri kendi görüşlerini temellendirmek için ileri sürülen gerekçelerdir. “Taabbûdilik konularında illet aranmaz, ceza hukukunda kıyas yapılmaz” denilse de, bu alanlarda pek çok istisnaların varlığı bilinmektedir. Bırakın da bu konuda bari kadınlar hüküm versinler. Kendi sorunlarını, kendileri çözsünler. Ruhsat gerekçelerini hastalığa mı kıyaslarlar, yoksa geleneğimi esas alırlar bu onların verecekleri bir karardır. Bizde bu karara saygı duyalım. Her bir kadında farklı bir yapı arz eden bu durumun hastalara verilecek narkoz misali farklı farklıdır. Her farklı duruma farklı çözüm üretilmelidir. Bu durum da ancak ve ancak hastalık veya eza kavramlarına yüklenilen mana, olanların beyanlarına ve ölçüm değerlerine göre hüküm kurulmalıdır. EEE kendisini tanrı yerinde mutlak doğru taraftarı görenler, Hristiyanların müzmin hastalığına tutulmuşlardır. Diyanetimizin şuan verdiği fetva elbette bizi bağlar. Birliğimiz ve ehlisünnet algımız bize bu terbiyeyi zorunlu kılıyor. Birlik tefrikadan üstündür. Bu konuda karar merci bellidir. Ancak bu konu erbabınca tartışılmayacak anlamına da gelmemelidir. Saygılarımla.