Geçici sevinçler, anlık keyifler ve günlük çözümler haz kapsamındadır. Bedenli bir varlık olarak hazza yakın dururuz. Keyif almadığımız, tadını çıkarmadığımız herhangi bir şey bize ağır gelir; eskilerin deyimiyle zor karşısında kayış aşırırız. Ömrümüz boyunca hazzı, mutluluğumuzun vazgeçilmez anahtarı sanırız. Beslenme, üreme, dışkılama ve tensel bütün tatlar bir bedene sahip oluşumuzdandır. Bunlar aynı zamanda vazgeçemeyeceğimiz ihtiyaçlardır. Biyolojik bir varlığız; beslenmek, üremek, tensel acı ya da haz duymak kaçınılmaz bedensel varoluş özelliklerimizdir. Bu özellikler bakımından diğer canlılarla tam olarak aynıyızdır. Ama tüm bu ihtiyaçlar yeri ve zamanında, ölçüsü oranında giderilmek zorundadır. İhtiyaç sınırının ötesine geçilerek alınan bedensel hazları bir varoluş yöntemine dönüştürmek, insanlığın kırmızı çizgisidir. Anlık ihtiyaçlar, kalıcı mutluluk sağlamaz.
Temelde aranan mutluluk bu gereksinimlerin giderilmesi, ya da en lüks şekilde yerine getirilmesi ile ele edilemez. Örneğin açken çok leziz bir yemeğin hayalini kurarız. Daha hayal aşamasında “mutlu olmaya” başladığımız sanısına bile kapılırız. Yemeği yemeye başladığımızda, hayalimizdeki hazzın fazlaca reel hale geldiğine iyiden iyiye inanmaya başlamışızdır. Yemek bitinceye kadar bu “kör inanç” devam eder. Karnımız doyup açlıktan doğan gereksinimimizi giderdikten sonraki durum, ruhumuzda ve zihnimizde bunun geçici bir haz olmadığı uyarısını yapacak bir hantallığa doğru evrilir.
Geçici haz ya da keyfin sıradanlığını anlatabilmek için yemek örneğini verdim. İş bununla sınırlı değildir. Bu noktadan en girift aşamalara kadar hazlar skalası vardır. Örneğin dinde haz, sloganlara sıkıştırılmış söylemlerle elde edilir. Medeniyetsiz bir din hayali, insanları baskı altında tutmaya yarayan siyasal propagandalarla kitlesel hazların kaynağı haline gelir. Birey ve toplum, üzerinde yüzyıllardır medeniyet çalışması yapılmadan yüzeysel dini söylemlerle politik hazza, günübirlik keyfe davet edilir. Halk, günlük hayatın derinliğini kavramakta yeterince güçlük çektiği için ancak uzun erimli medeniyet idealinden türeyebilecek mutluluk için ikinci bir güçlüğe maruz kalmayı göze alamaz. Dinden haz almaya alışmış kitleler dinden mutluluk bulamazlar.
Benzer durum diğer alanlar için de geçerlidir. Bilim ve teknolojiyi herkes üretmez ama ondan bütün insanlar yararlanabilir. Bilim üretip onu teknolojiye uygulayanlar kalıcı bir değerin peşindedir. Yani mutluluğu ararlar. Bilim ürettikçe ve onu teknolojik alana uyguladıkça bundan mutluluk duyarlar. Haz zaten bu mutluluğun içindedir; ama mutluluğa tercih edilecek kalıcılık ve dayanıklılık gösteremez. Mutluluğun içindeyken mutluluğa rakip olamaz. Bilim ve teknolojiden yararlanan büyük çoğunluk ise hayatının bunlar sayesinde kolaylaşmasından duyduğu hazzı, konforu ve sevinci tadar, yaşar. Ama bu kesik kesik, bu anlık sevinçleri birbirine ulayıp mutluluğa benzetebilmek için üretenlerden sürekli olarak bu hazzı satın almak zorunda olduklarına kesin inanmışlardır. Hatta “Onlar çalışıyor, biz rahat rahat tüketiyoruz, ne mutlu bize!” diye, aldıkları ödünç mutluluğun esasen geçici bir haz olduğunu bile anlamazlar.
Hayattan örnek vereyim. Günlük yaşamın zorunlu gereksinimleri bütün insanlar için kaçınılmazdır. Çalışmak, para kazanmak, karnını doyurmak, toplumda bir yer edinmek, kısaca doğum ile ölüm arasında, bir canlının ya da canlıdan biraz fazlası olarak bir insan türünün vazgeçemeyeceği birçok şey, haz duygusuna daha yakındır. Haz almak doğaldır; ancak yalnız hazza odaklanan bir gereksinim, kalıcı mutluluk arayışına engel olur. Nerede haz varsa, iş, gereksinim boyutundan çıkarak amaç haline gelir. Hazzı ve keyfi, zorunlu gereksinimi giderecek ölçüde önemsemek, insan doğasına uygun düşen tutumdur. Aksi halde, hazzın amaç edinilmesi insanı insanlıktan uzaklaştırır. Kalıcı mutluluk yerine anlık keyifler egemen olur. Keyif ve haz sabit değildir; bugün orada, yarın burada, ertesi gün beri taraftadır. Parça parça, kesik kesik ve dağınıktır; kolay elde edilir ancak bizi o kadar kolay terk etmezler. Bizi insanlığımızdan çıkardıktan sonra yakamızı kurtarabiliriz. Katlanması güçtür. Onu elde etmek için değerlerimizi, irademizi, benliğimizi ve ahlaksal tutumuzu bir kenara bırakmak yetişir.
Oysa mutluluk tam da bunun tersidir. Kalıcıdır, erdemle birleşiktir. Sabit, belirli ve sistematiktir. Elde edilmesi aksine zordur ama katlanmaya gerek kalmaz, zira insan doğasının kayıp parçasıdır. Zevk ve keyif ise, insan doğasına sonradan eklemlendiği için, bir süre sonra ruhu taciz etmeye başlar. Erdemli insan, hazzın değil mutluluğun peşinden koşar; haz ve sevinç, erdemli insanın peşinden gelir. Daha doğrusu sürüklenir.
Thales’den Sokrates’e, Platon’dan Aristoteles’e ve Epiküros, Seneca, Marcus Aurelius gibi Stoacılara kadar insan, ahlaksal bir varlık olarak hep mutluluğa yazgılı olarak tanımlanır. O, ahlaksal bir varlık olup bu temel doğasını yitirmediği sürece insanlığını koruyabilecektir. Platon, erdemle mutluluğu bir arada sayar. Erdem nasıl kalıcı bir değerse, bu değerle bütünleşen mutluluk da kalıcıdır. Ya hazza ne demeli? Haz erdeme dayanmaz. Bu yüzden ne ahlaksal bir derinliği vardır ne de erdemli bir kalıcılığa sahiptir. Hazlar erdemsiz, mutluluk erdemlidir. Haz biyolojik varlıkların tümünde, mutluluk ise sadece insanda gerçek anlamına kavuşur.
İlk İslam Filozofu Kindi’den Farabi ve İbn Sina’ya, ilk Sufi Haris el-Muhasibi’den Âşık Veysel’e kadar kendi medeniyet havzamızın filozofları da hazzı değil erdemli mutluluğu insan olmanın biricik koşulu olarak vurgulamışlardır. Yani erdemli insanlık, hazcı canlıcılığa karşı insani tutumunun felsefi ve dini gerekçesini ilan etmiştir.
Siyasi ikbal, “daha kolay ve rahat bir yaşam”, emeksiz bir umut, yöneticilere tabasbus (yalakalık, yağdanlık), emeksiz bir kazanç, kısa yoldan uzun mutluluk sağlama hilekârlığı ve benzeri her türlü haz arayışı insanı insanlıktan çıkarır, mutluluğuna ilişkin bütün umutlarını, olanaklarını elinden alır. Assisili Francesco’nun dediği gibi, “Beden eşeği semirdikçe, ruhun yükü artar”; o ruh artık hazlar kaynağı olan bedeni taşıyamaz olur.
Haz ve sevinçten insanlık çıkmaz; insan teki hazdan mutluluk çıkarabileceği yanılgısına kapılıp toplumun tümünü tehlikeye atar, ülkesini anlık keyfinin tüketici oburluğuna teslim eder. Oysa insan teki, aynen haz gibi anlık ve geçicidir; ulus ve ülke ise, kalıcıdır. Çünkü kalıcı olmak için, erdemli mutluluğa muhtaçtır.
Semiren bedenlerden oluşan toplum, devlet ve ülke ruhuna yük olacaktır.