“İçin dışa zuhuratı, dışın içe hayâlatı!”
Hegemonya, Yunanca ‘hegemonia’ sözcüğünden gelmektedir. Bir sistem içerisindeki bir elemanın diğerlerinden üstün, baskın olduğunu belirtir. Antonio Gramsci’nin eserlerinde egemen sınıfın boyun eğenlerin rızasıyla gücü kazanması olarak ele alınmıştır. Zoraki bir yönetim olmayan hegemonya daha çok burjuvazi değerlerine göre işleyen kültürel ve ideolojik bir yöntem olarak anlaşılır. Hegemonya kavramı, siyaset bilimi literatüründe Gramsci’ye atfedilen ve siyasal olgunun, sadece devlet katında değil, tüm toplumsal ilişkileri kapsayıcı bir şekilde var olduğunu ifade eden bir kavramdır. Hegemonya siyasal iktidarın olduğu her alanda ortaya çıkmaktadır. Siyasal iktidar da insanların toplum olarak bulunduğu her alanda vardır.
Gramsci düşüncesinde, Gramsci’nin de bir dilbilimci olmasının etkisiyle, dil ve dilbilim önemli bir yer tutarak, merkeze oturur. Hegemonya kavramı, egemenlerin dilsel yeniliklerinin, egemen dili konuşan topluluklar ve ezilenlerin dilini konuşan topluluklar arasındaki yayılım ve dilsel ilişkiler modelinden, ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda hegemonya dilde başlamaktadır. Günümüzde de söylemin bu kadar önemli olmasının nedenini bu köklerde aramak gerekmektedir. Bu bağlamda Gramsci’ye göre dilbilimsel ilişkiler, geçmişteki ve şimdiki güç ilişkilerinin tarihi izlerini taşımasının yanı sıra, hayatın özenli felsefi kavranışının, özensiz toplum bilimsel kavranışının üzerinde olması gibi kültürel etkilerin ve itibar ilişkilerinin modelidir. Verili kültürel yapıların kırılarak ve yıkılarak yerine toplumsal sınıflar için yenilerinin kurulması gerekir. “Önemli ölçüde Gramsci’nin yazıları sayesinde, hegemonya kavramı artık edebiyat, eğitim, sinema araştırmalarından, siyaset bilimi, çok sayıda farklı alanda güç ilişkilerinin çetrefilliğini tanımlamak için kullanılmaktadır.”(1)
Ayrıca hegemonya, tüm yaşam pratiklerini kapsayan belirli bir sınıfın egemenliği diğer sınıfın ona boyun eğmesini de içine alan bir kültürdür: “Hegemonya kavramı egemen sınıfın geliştirdiği ve yaydığı eklemlenmiş ve biçimsel anlamları, değerleri ve inançları dışlamaz. Yalnızca bunların bilinçten farklı olduğunu kabul eder, yani bilinci bu değerler ve anlamlara indirgemez. Tersine egemen olma ve boyun eğme ilişkilerini pratik bilinç ve tüm yaşama sürecinin yoğunlaşması olarak ele alır. Dolayısıyla hegemonya artık ne yalnızca ‘ideolojinin’ üst düzeyi ne de ideolojinin çoğunlukta ‘idare etme’ ya da ‘beyin yıkama’ olarak görülen denetleme biçimleridir. Hegemonya yaşamın tümünü kapsayan pratikler, beklentiler bütünüdür. (Bizim enerji duyularımız kendimizi ve dünyamızı biçimlendiren algılarımız. Hegemonya pratikler olarak yaşamda alıntılandığında doğrulayıcı görünen anlamlar ve değerler dizgesidir. Dolayısıyla da toplumda birçok insan için gerçeklik duygusu, toplumun çoğu üyeleri için yaşanılan gerçekliğin ötesine geçmek çok zor olduğu için, yaşamlarının birçok alanlarında mutlak bir duygu oluşturur.) Başka bir deyişle bu en güçlü anlamıyla bir ‘kültür’ dür, ama belirli sınıfların yaşanmış egemenliği ve boyun eğmesi olarak görülmesi gereken bir kültür.”(2)
Hegemonya kavramını borçlu olduğumuz Gramsci, bu kavramı, kapitalist toplumlardaki sosyal düzeni korumanın başlıca aracı olarak görür ve özellikle yönetici sınıfın egemenliğini sürdürme araçlarına gönderme yapar. Bu yüzden Gramsci, toplumun üst yapısı üzerinde önemle durur ve onun ideoloji üreten kurumlarını anlam ve güç düzeyindeki mücadele içinde değerlendirir. “Kapitalizmin ideolojik hegemonyası, kendisini çok farklı şekillerde ele verir. İktisadi, askeri, kültürel, toplumsal, ahlaki hemen her alan, iş ve iş dışı boş zaman süreçleri kapitalizmin ideolojik hegemonyasını kurduğu, kendisini yeniden ürettiği, varlığını/ gücünü perçinlemek için her tür enstrümanı kullandığı birer iktidar alanı olarak fonksiyon görür. Kapitalizmin sürekliliğini sağlaması için ideolojik bir hegemonya kurmasının şart olduğu dile getirilmektedir. Hatta, askeri ve iktisadi gücünden daha çok bu ideolojik hegemonyanın kapitalizmi ayakta tuttuğu ifade edilmektedir.”(3)
Laclau ve Mouffe ise konunun kavramsal olarak ifade edilmesinin zorluğuna da değinmişlerdir; “Ancak kendi temel olma özelliğini olumsuzlaşarak yaşayan ‘zemin ’in; ancak düzensizliğin kısmi bir sınırlanışı olarak var olan bir ‘düzen’ in; ancak anlamsızlık karşısında fazlalık ve paradoks olarak kurulan bir ‘anlamın onaylanması başka bir deyişle, kurallar ve oyuncular hiçbir zaman bütünüyle açık seçik olmadığı için hiçbir zaman ‘sıfır-toplam olmayan bir oyunun sahası olarak siyasalın alanı. Kavrama sığmayan bir oyunun hiç değilse bir adı var: hegemonya.”(4)
“Devlet zor kullanma tekeline sahiptir. ‘Zora başvurma yoluyla veya devletin ‘zor ‘un araçlarına sahip olduğunun ve yeri geldiğinde bunları kullanabileceğinin bilinmesi/ bildirilmesiyle siyasal iktidarın sürdürülmesi madalyonun bir yüzüdür. Diğer yüzde ‘rıza’ yer almaktadır. Yönetilenlerin, zor kullanma tehdidi dışında kalan yöntemlerle rızasının sağlanması, siyasal iktidarın meşruiyetinin ve buna bağlı olarak sürekliliğinin sağlanması açısından olmazsa olmaz koşullardandır.”(5)
Rızanın sağlanması açısından devletin ideolojik araçlarının önemini vurgulayan Althusser’ de, toplumların gelişim tarihine bakarak, kapitalist toplumun feodal toplumdan farklı olan yapısına dikkat çekmektedir. Devletin baskı araçlarıyla ideolojik aygıtlarını birbirinden ayıran düşünür, kapitalist toplumda hegemonyanın sürdürülmesinde ideolojik aygıtların çok önemli bir işleve sahip olduğunu belirtmektedir.
Hegemonyadan daha geniş bir kavram olan ideoloji onu da içermekte ve aslında düşünsel temeli ve formu oluşturmaktadır. Önemli olan hegemonyanın hangi ideolojiye hizmet ettiğidir. “Hegemonik ideoloji, egemen değerleri kitle bilincine ekerek, o doğrultuda bilinç/rıza üretmeye çalışır. Birey, bir aile grubunun üyesi, bir işletmenin çalışanı, bir derneğin üyesi vs. olarak, tabiidir ki, mesaj ileticisinin her doğrusuna olumlu tepki vermez. Hatta alternatif kanallarla olumsuz tepkiler de verir.”(6)
“Baudrillard da yaşanan bu ir rasyonaliteye, başka açıdan vurguda bulunur. Ona göre, modern birey, çalışma yaşamında deneyimlediği zorlama etiği, boş zaman süreçlerinde de deneyimliyor. Pek çok aktivite, örneğin, eğlence, alışveriş, turizm, bronzlaşma saplantısı, güneş altındaki jimnastik ve çıplaklık, sanki zorunlu, olmazsa olmaz bir ödev bilinciyle, fedakârlık ve çilekeşlik ilkesine uygun tarzda yerine getiriliyor. İsteğe bağlı bir etkinlik, herkesten ayrı düşmemek için zorunlu yapılan bir “görev” halini alıyor. Zorlama tavırlar sergileyen bu insanlar, hiç kuşkusuz, kurumsal nezaket ve kabul görme adına, yaşamın doğal ve spontane sıcaklığını yaşamaktan giderek uzaklaşıyorlar. Dolayısıyla boş zaman ve tatiller, modern insanın sıkıcılık/monotonluk yüklü çalışma ortamından kaçmak istediği ancak, bu sefer de kendisini, “kurgusal deneyimler”, “zorlama tavırlar”, “örgütlü aktiviteler”, “kopya hayatlar” ve de “ticari firmaların kıskacında” bulduğu bir yanılsamaya işaret ediyor. Doğal bir istem, karmaşık ticari/bürokratik süreçlerden geçerek, doğallığını yitiriyor, dolayısıyla ruhsal dinginlik ve fiziki gevşeme yerine, yorgunluk ve bunaltıyı pekiştirir hale geliyor. Boş zamanlar, yeni uğraşılar içine girmek, rutin olanı terk etmek, yeni sosyallikler oluşturmak, cemaat türü yakınlıklar kurmak suretiyle insansal olanla barışmaya götürmek yerine, sosyallik alanının daralmasını, insani değerlerde deformasyonu ve kişinin günübirlik moda kimliklerin peşinde koşuşturmasına araç haline gelip destek sağlıyor.”(7)
SONUÇ
Boş zaman, değişik amaçları maskeleyici bir etkinlik alanıdır bugün. Kapitalist kullanım değerine sahip kılınmakla, o artık piyasa değeri olan bir tüketim malıdır. Bir başka deyişle, alış-satış süreçlerinde kârlı bir mal, bireylere çoklu tatmin sunan bir işletme, toplumu sisteme eklemleyen, olan bitenlerin niçin/nasılını sorgulamaktan alıkoyan hegemonik bir av sahasıdır. Boş zaman, “statü edinmede”, “kimlik ve farklılık politikaları belirlemede”, “sınıfsal özlemlere yanıt bulmada”, “hazcılığı, türlü tatmin arayışları” ve de “kitlesel bağımlılaştırma” ve “protest çıkışların önünü almada” etkili bir araç durumundadır. Bundan dolayı, boş zamanlar, “doğal”, “spontane”,” kendilik yüklü”, “içsel yönelimli”, “birey güdümünde kullanım alanı olan” bir etkinlikler süreci olmaktan çıkmıştır. Bu durum, kuşkusuz, teknolojik radikal altüst oluşların yedeğinde gelişen, kapitalist yapılanma örgüsüne sahip bu toplum için girişimsel bir değer de taşır. Bir başka ifadeyle, modern kapitalizm, teknolojik merkez, hazcılık ve dünyevilik nosyonuna ayarlı toplum kurgusu için, boş zamanın da araç olacak ve işlevsel bir amaca içkin yapılandırılması gerekiyordu. Eleştirel kuramın, feminist teorinin, yeni marksist kimlik ve farklılıkları anlatma çabalarının merkezinde de, boş vaktin anlamsal içeriğine geri dönüş kaygısı vardır. Ancak, şu bir gerçek ki, tüm bu yaklaşımlar, radikal bir geri çekilme olarak öne sürülen şeye bizi götüreceği yeterince açık değildir. Bu yaklaşımların çoğunda, modern boş zaman politikasına karşıt bir eleştirel örgü bulunmakla birlikte, yine temelde yatan kapitalizmin ve modern yapısal vizyonuna örtülü bir destek niteliğindedir. Zira, boş zamandaki ideolojik yönlendirmenin izini süren pek çok yaklaşımda, sonuçta, yine sistem içi öneriler getirmekteler, radikal bir karşı koyuşun, hegemonik boş zaman kullanımına açık bir tavır alıştan yoksunluk içermektedirler. Modern boş zaman ideolojisine sırt çevirmemiz gerektiğinden söz ederek, boş zamanın moderniteyle birlikte geçirdiği Kapitalizm ve hegemonya İlişkileri bağlamında boş zaman dönüşümünün çelişkilerine değinen Junıo’ya göre: ” Yaşadığımız hayatın vitesini düşürmek, kapitalist yaşamın çıtasını aşağıya çekmek, hayatı sadelik içinde tutmak gerekir. Boş zaman, bireysel tercih ve toplumsal özgürleşmenin ötesinde, bizi kapitalizm ya da tüketime bağımlı hegemonyanın bağımlılık sarmalına mahkûm ediyorlar. Boş zamanın reel içeriğine geri dönmek için, yaşadığımız hayatın temposunu düşürmemiz, hayatımızda gözle görülebilir bir sadeliği yakalamamız gerekiyor. Tüketim çılgınlığının bize olan zorlamasını düşürmek, yaşam tarzımızda sadeliği yakalamak, lüks ve aşırı harcamalardan kaçınmak suretiyle, eski boş zamanın bize sunduklarına ve günlük hayatın anlamsal derinliğine yaklaşabileceğiz. Bu, aynı zamanda, boş zamanın gerçek doğasına geri dönüş için olanak içermekte ve boş zaman üzerindeki amaçlı yaklaşımların gücünü zayıflatma potansiyeli de taşımaktadır.”(8)
Bir de hegemonyanın farkında olduğumuzun dayanılmaz mutluluğunun getirdiği yaşamı tiye alma güzelliğini!
KAYNAKLAR
- Ives, Peter. Gramsci’de Dil ve Hegemonya, İstanbul, Kalkedon Yayınları, (2011:18).
- Williams, Raymond. Marksizm ve Edebiyat, İstanbul, Adam Yayınları, (1990:88–89).
- Rojek, Chris. Decentring Leisure: Rethinking Leisure Theory, Sage Pub., London, (l995:18-22).
- Laclau, Ernesto ve Mouffe, Chantal. Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İstanbul, Birikim Yayınları (1992:236).
- Gramsci, Antonio. Hapishane Defterleri,İstanbul,Onur Yayınları,(1986:186).
- Lull, James. Medya İletişim Kültür, İstanbul, Vadi Yayınları, (2001: 19).
- Çoban, Savaş. Gramsci, Hegemonya ve Kapitalizm,1st International Interdisciplinary Socıal Inquiry Conference,17-21 June,2012, Uludağ Universty, BURSA.
- Junıo, Susana. “Downshifting: Regaining the Essence of Leisure” Journal of Leisure Research, Win,2000, v 32 i 1, p.69-73.