Tek tek anlamlarına bakılacak olursa Türk Dil Kurumu (TDK) Türkçe Sözlüğünde (TS) bilim üç ayrı şekilde tanımlanmıştır:
1- Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi.
2-Genel geçerlik ve kesinlik nitelikleri gösteren yöntemli ve dizgesel bilgi.
3-Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci.
Arapçadan dilimize geçen siyaset ise: politika ve devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış olarak tanımlanmaktadır. İtalyancadan dilimize geçen politikanın TDK-TS’ne göre anlamı: Devletin etkinliklerini amaç, yöntem ve içerik olarak düzenleme ve gerçekleştirme esaslarının bütünü dür.
Görülüyor ki “Bilim” ve “Siyaset” in gerçeklik ve düzen içinde toplumların rahat ve huzur içinde yaşaması, her birey için temel hak olan sağlığı koruma ve eğitim hakkının tüm topluma eşit oranda sağlanması ve toplumların gelişmesi için katkıda bulunmayı amaçlayan iki ayrı disiplin olmakla birlikte, birbirlerinden bağımsız hareket etmeleri mümkün değildir. Yanı bilim ve siyaset her konuda hayatın kendisidir. Birbirlerini olumlu yönde besledikleri sürece bireyler ve toplumlar için yararlı olacaklardır.
Kuşkusuz siyaset kurumunun, bilimin her dalını bilmesi beklenir bir şey değildir. Ancak temel felsefeleri bilimsel düşünce sistemi, yani “bilimsel okur-yazarlık” olmalı, bunun içinde bilimi üreten bilim insanları ve kurumlar ile işbirliği içinde olmak ülkeyi yönetirken ya da siyaset üretirken temel amaç olmalıdır. Bu nedenle siyaset kurumunun bilimsel bilgiyi üretenlerin oluşturduğu bağımsız bilim kurullarına ihtiyacı vardır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa ülkelerinde siyaset ve bilim arasında ilişki kurmak ve halkı aydınlatmak amacı ile parlemontalar içinde yer alan bilim ve teknoloji kurulları yer almaktadır. Ülkelere göre değişen sayıda milletvekili, senatör ve bilim adamlarından oluşan bu kurulların görevi, çıkarılacak yasaların bilim ve teknoloji açısından sonuçları hakkında milletvekillerini aydınlatmak ve sonuçları bir rapor halinde kamuoyu ile paylaşarak halkı bilgilendirmektir.
Ülkemizde bu anlamda TUBİTAK ve YÖK gibi bilimsel danışma kurumları olmakla birlikte, bunlar özellikle son on sekiz yılda siyaset kurumunun etkisi altında hareket etmek ve gerçek bilim insanlarından kadrolarını oluşturmak yerine liyakat gözetilmeksizin nepotizmle kadrolarını oluşturmaları nedeni ile yukarıda bahsettiğimiz kurumlarla eşdeğer olmaktan çok uzaktır. Bilim siyaset işbirliğinin ve şeffaflığın ne kadar önemli olduğu, devleti yöneten siyaset kurumunun bilimin yol göstericiliğinde davranması gerektiği dünyayı etkisi alan COVID-19 pandemisinde açıkça görüldü. Pandeminin henüz başlangıç döneminde ülkemizde kurulan “Bilim Kurulu” çok iyi düşünülmüş ve seçkin bilim insanlarından oluşturulmuştu ve topluma güven vermekteydi. Ancak zamanla kurul tarafından alınan kararların siyaset kurumu tarafından uygulanmadığı algısı oluştuğu ve sağlıkla doğrudan ilişkili “Türk Tabipleri Birliği”, meslek odaları, uzmanlık dernekleri gibi gerçekleri bilimsel olarak dile getiren sivil toplum örgütlerinin ısrarla kurula dahil edilmemesi bu güveni azalttı. Sonuçta toplumdaki duyarlılığın artırılması için verilerin doğru ve şeffaf bir şekilde paylaşılması, tanı testlerinin hızla üretilip yaygın olarak kullanılması, salgının yayılmasını önlemeye yönelik önlemlerin zamanında ve yeterli ölçüde alınması şeklinde bilimin yol göstericiliğinde politika uygulayan ülkelerde pandemi daha başarılı bir şekilde yönetilip, aşı çalışmalarına başlandı ve dokuz ay gibi kimsenin daha önce ön göremediği kısa bir sürede risk grupları aşılanmaya başladı.
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyen ve “Bilim gerçeği bilmektir” ilkesi ile hareket eden Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kasasında nakit parası yoktu, savaştan yeni çıkmıştı, üstelik dünyaya borçlu idi. Ancak bilime inanç ve çalışma azmi vardı. Bu azim ve inançla bir yandan ülkenin dört bir yanında eğitim ve kalkınma seferliği yapılırken bir yandan da binlerce vatandaşımızın kaybı ve sakatlıklara yol açan salgın hastalıklarla nasıl mücadele edilip kökleri kazındığı hepimizin malumudur.
Cumhuriyet ile birlikte trahomdan kancalı kurta kadar birçok bulaşıcı hastalıkla mücadele edilmiş, Sıtma Savaş Merkezleri, Verem Savaş Dernekleri ve Dispanserleri kurulmuştur. Türkiye’de verem hastalığı ile mücadele, Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında başlamakla birlikte savaş nedeniyle kesintiye uğramış, Cumhuriyetle birlikte Dr. Behçet Uz tarafından 1923 yılında İzmir Veremle Mücadele Cemiyeti Hayriyesi ve Balıkesir Veremle Mücadele Cemiyeti’nin kuruluşunu, 1927 yılında İstanbul Veremle Mücadele Cemiyeti’nin kurulması takip etmiştir. Dr. Tevfik Sağlam Paşa, Dr. Tevfik İsmail Bey ve 24 arkadaşı tarafından kurulan İstanbul Veremle Mücadele Cemiyet’i bir yandan broşür, sağlık dergisi ve konferanslarla hükümeti ve halkı veremle mücadele zorunluluğuna ikna etmeye çalışmış; diğer yandan da verem aşısı kampanyalarına önderlik etmiş, 1929 yılında Eyüp’te bir dispanser, 1932 yılında Erenköy’de bir sanatoryum kurmuştur.
Yine genç Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz akı kurumlarından biri olan Refik Saydam Hıfzıssıhha Müessesesi 27 Mayıs 1928 tarihinde kurulmuştur. Kurulduğu tarihte geçerli olan 1267 sayılı yasa tasarısı uyarınca Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına bağlı olan kurumun yetki ve sorumlulukları, gelişen ihtiyaçlar karşısında değiştirilerek 4 Ocak 1941’de yeniden belirlenmiş ve ismi 14 Aralık 1983’te “Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı” olarak değiştirilmiş ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı kuruluş haline getirilmiştir. Görevde bulunduğu süre zarfında kurumda; ağız yoluyla uygulanan BCG Aşısı üretimi, serum üretiminin ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi ile dışarıdan serum ithalinin durdurulması, kuduz aşısı üretimi, İstanbul Aşıhanesi’nin enstitü bünyesine nakli ve çiçek aşısı üretiminin ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi, tifüs aşısı ve akrep serumu üretimi, boğmaca aşısı üretimi, İnfluenza virüsü, New-Castle virüsü ve tavuk vebası üzerine araştırmaların başlaması, influenza Laboratuvarı’nın Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza Merkezi olarak tanınması, influenza aşısı üretimi, sifilizin modern yöntemlerle teşhisi, kuru çiçek aşısı üretimi, fibrinojen, albumin ve gamma globulin üretimi, kuru BCG aşısı üretimi, AIDS Araştırma ve Doğrulama Merkezi’nin açılması, kan ürünlerinin viral inaktivasyonu gibi pek çok ilki gerçekleştirilmiş ve aşı üretiminde dünyaya örnek gösterilmiştir. Ne yazık ki bu güzide kurum “Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü” 2011 yılında çıkarılan bir kanun hükmünde kararname ile kapatılmıştır. Pandemi döneminde kendi aşısını üretip, halkını kimseye minnet etmeden aşılayarak her gün yüzlerce vatandaşının can kaybını önleyebilecek ve hatta belki de ihraç edebilecek olanağı sağlayacak bir kurumunu kapatmak herhalde bilimden uzaklaşan bir siyasete en güzel fakat sonucu itibari ile en kötü örneği oluşturmaktadır.
Kuşkusuz bilim ve siyaset ilişkisi sadece sağlık konusunda gerekli değildir. Toplumların refahı, gelişmişliği, çağdaş bir toplum olmalarının sağlanması yeterli ve dengeli beslenme, kaliteli bir eğitim sistemi, toplum geleneklerini ve tarihsel geçmişi bilerek, geleceği refah toplumları düzeyine çıkarmak için gerekli teknolojik imkanlara sahip olmakla mümkündür. Bunu sağlamak çok zor değildir, dahası hiçbir şeyi yeniden keşfetmeye gerek yoktur. Doğa ve çevreyi koruma, her canlının yaşam hakkına saygı duyma, kısıtlı doğal kaynakların akılcı kullanımı, yeterli tarım alanı ve iklim olanaklarına sahip ülkemizde tarım ve hayvancılığa gereken önemi vererek tekrar kendini doyurabilen bir toplum haline gelme, ezberleyen ve sınavı geçmek için çalışmayı yönlendiren değil sorgulama ve araştırmayı önceleyen bir eğitim sistemi ile bunu sağlamak mümkündür.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de okur-yazar oranı çok düşük, bilim insanı ise yok denecek kadar azdır. Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki genç Türkiye Cumhuriyeti, bu dönemde bir yandan kısıtlı imkanlarla çalışkan ve başarılı öğrencileri “Evlatlarım sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyoruz, alevler olarak geri dönmelisiniz” sözleri ile yurtdışına göndererek bilim insanı olmalarını sağlarken, bir yandan da Nazi Almanya’sından zorunlu göçe zorlanan Yahudi asıllı bilim insanlarına ve sanatçılarına “biz fakir bir ülkeyiz. sizlere layık olduğunuz ücretleri veremiyoruz. Ancak Mustafa Kemal’in kurduğu genç Türkiye Cumhuriyeti’nde sizler yeni bir bilimsel uyanış açacaksınız, burada doğacak yeni bilimin feyizli ışıkları bütün dünyayı aydınlatacaktır. Bilim ve yöntemlerinizi getirin, gençlerimize bilginin yollarını gösterin” söylemi ile kucak açmış, o bilim insanları da başta Tıp olmak üzere bilimin birçok alanında çok başarılı ve özverili çalışmalar yaparak ülkemiz bilimine çak büyük katkı sağlamışlardır. Bu dönemde, yirminci yüzyılın en önemli kişisi seçilen ünlü teorik fizikçi Einstein başta olmak üzere çok sayıda bilim insanı ABD ‘ye göç etmiş, savaş öncesi Avrupa biliminden geri olan ABD biliminin savaş sonrası hızlı gelişimine büyük katkı sağlamışlardır. ABD de de siyasetin ve toplumun bilgili insana verdiği önemin sonucu olarak ABD, Dünyanın bir numaralı gücü haline gelmiştir. İkinci dünya savaşı sonrasında birçok Avrupa Ülkesi ve Türkiye’ye kalkınma ve gelişmeleri için, ABD tarafından “Marshal yardımı” olarak bilinen maddi kaynak sağlanmış; savaştan zarar görüp yerle bir olan Avrupa Ülkeleri bu desteği bilimsel teknolojik birikimleri ile birlikte akıllı ve planlı bir şekilde bilim ve teknoloji sistemine aktararak bugünkü refah düzeyine çıkmayı başarmışken, ülkemizde bu destek bilim ve teknolojiye aktarılmak yerine günübirlik popülist yatırımlara harcanmış, bilim ve teknoloji alanında bugünde devam eden bilimi ve teknolojiyi üreten değil tüketen bir toplum haline gelmiştir.
II. dünya savaşında yerle bir olan birçok Avrupa ülkesi araştırma-geliştirmeye ciddi bütçe ayırarak, ya da yurtdışı destekleri araştırma ve bilim için harcayarak hem ekonomik hem de bilimsel güçlerini artırmıştır. Ülkemizde ise özellikle 1950 den sonra giderek artan oranda üniversite, bilim ve teknoloji sisteminde nepotizm etkin olmuş, böylece istenen düzeyde bilimsel ve teknolojik gelişme sağlanamamıştır. Bilim ciddi bir iştir. Siyaset kurumu liyakatsiz atamalarla değil hangi bilim insanının uluslararası saygın dergilerde etki değeri ve atıf sayısı yüksek makale yayınladığını değerlendirmek zorundadır. Bilimsel çevrelerde hiç bir saygınlığı olmayan uluslararası literatüre hiç bir katkı yapmamış sanal akademisyenleri bilimsel kuruluşlarımızın başına atayarak ülkeyi kalkındırmak olanaklı değildir. Bilim-siyaset ilişkisinde; siyasetin bilimi geliştirmek ve ondan istifade ederek ülkeyi yönetmek yerine, bilime müdahalesi kaçınılmaz olarak bilimsel ve teknolojik gelişmeyi önleyecektir.
Ülkemizde bilimsel yönetim kadrolarını bilimsel kariyerden çok siyasi ilişkilerin belirleyeceği bir dönem başlamıştır, ancak hiçbir şey için geç kalınmış değildir. Üniversitelerimiz ve toplum bu bilimsellikten uzak uygulamaların egemenliğinden, geçmişte olduğu gibi mutlaka kurtulacaktır. Yeter ki siyaset kurumu, bilim ve teknolojiye yeterli desteği sağlasın, bilime müdahale etmesin, dogmalarla değil, akıl ve bilimle, planlı ve programlı bir yönetim tarzı ile ülkeyi yönetebilsin.
KAYNAKLAR
1. Prof.Dr. Güngör Evren Bilim ve Siyaset, , 2 Ocak 2021 Cumhuriyet Gazetesi
2. Kumsal Arlı. Türkiye’de Bilim ve Siyaset. P İ V O L K A,2004:,; 15,: 15-17
3. Bilim ve Siyaset, Prof. Dr. Cengiz Yalçın, 1 Mart 2007 Hürriyet Gazetesi
4. “Refik Saydam Hıfzısıhha Kurumu” bağımsız yapısı ile yeniden açılmalıdır. Türk Tabipleri Birliği Basın Toplantısı, 6 Ocak 2021
5.Cumhuriyet Döneminde Bulaşıcı Hastalıklarla Mücadele, Türkiye Aile Hekimliği Dergisi, 2016;20(2)77-84