Biz hekimler mesleğimiz gereği hep ölümle yakın olmuşuzdur. Gece gündüz hastanızın hayatta kalması için çabalarsınız, ama bazen elinizde kalıverir. Her gün ölümün soluğunu etrafınızda hissederek yaşarsınız. Belki başkaları buna alıştığımızı düşünebilirler, ama ölümü kanıksamak zordur. Çünkü, kabullenilmesi güçtür. Ölmek üzere olan da, çevresindekiler de kabullenemez. Ölmemesi gerektiğini düşünürler. “Neden?” Diye sorulur. “Şöyle olsaydı, olmasaydı” yorumları yapılır. Bunların haklılık payları olabilir kuşkusuz, ama ölüm hepimiz için değiştirilemeyen bir duraktır. Biz hekimler bir anlamda ölümle çarpışan, onu durdurmaya, ertelemeye çabalayan savaşçılarız, ama bizler de ölümlü birer insanız. “Kelin ilacı olsa başına sürermiş” deyişi bu çaresizliğimizi tam ifade ediyor.
Biz ölüm karşısındaki bu çaresizliğimizi biliriz bilmesine, ama hasta ve hasta yakınları böyle düşünmezler. Hastalar hekime gelinceye kadar yaşadıkları sorunları kendilerinden, çevresinden veya kaderlerinden bilirler. Ancak, hekime başvurduğu andan itibaren artık olayın bütün sorumluluğu hekimin omuzlarındadır. Eğer iyileşmiyorsa; geç iyileşiyorsa; daha kötüsü, giderek kötüye gidiyorsa; hele hele ölüm veya kalıcı sakatlanma oluşmuş ise; bunun hekimin zamanında ve doğru teşhis koyup, uygun tedaviyi yapmamasından kaynaklandığını düşünürler. Doğru hekim müdahalesine rağmen, işlerin her zaman yolunda gitmeyebileceğini; bazı hastalıkların doğal seyrinin tedaviyle değişmeyebileceğini; hekimlerin de diğer insanlar gibi, ölüm karşısında çaresiz kalabileceklerini kabullenmek istemez çokları. Ölümden, sakatlanmadan veya diğer olumsuz sonuçlardan bizi sorumlu tutarlar.
Sanılanın aksine, hekim şifa dağıtmaz. “Tedavi eşittir şifa”, yanlış bir denklemdir. Çünkü, tedavi her zaman şifa ile sonuçlanmaz. Kimi hastalıkların ölümle sonuçlanma riski hastalığın doğal seyri gereği zaten yüksektir. Tedavi bunu sıfırlamaz. Çok iyi tedavi edilen hastalar da ölebilirler. Örneğin yoğun bakıma zatürree tanısıyla yatırılan hastaların en iyi tedaviye rağmen ölüm oranları %50 dolaylarındadır. Bazı diğer hastalıklar açısından bu oran %70’lere ulaşır. Üstelik tedavinin kendisi de; örneğin cerrahi girişimler, bazı ilaçlar hastaya zarar verme ve ölüm riski taşır. Burada beklenen yararın, olası zarara göre fazla olması hesaplanıyorsa tedavi uygulanır, ama hesaplandığı gibi çıkmayabilir. Bir kişinin hastanede yatması başlıbaşına bir risktir. Çünkü hastane ortamı sağlık için tehlikeli çok sayıda mikroorganizmayı barındırır. Bunlarla bulaşma ve takiben ağır infeksiyonlarla ölüm riski vardır. Riski azaltmak için elbette gerekli önlemler alınır, ancak risk hep vardır. Aslında, sadece hastalık veya tedavi değil birçok günlük işlerimiz sırasında belirli bir oranda ölüm riskini üstleniriz. Örneğin trafiğe çıkmanın ölüm riski vardır, ama bu bizi arabamızı kullanmaktan veya yaya olarak caddede yürümekten alıkoymaz. Sonuç olarak, hekimler de hastaları gibi, hastalığın şifa bulması için çalışırlar. Ancak, şifa yalnızca hekimin elinde olan bir şey değildir. Öyle olsaydı, hiçbir hekim, hiçbir hastasından bunu esirgemezdi. Hiç olmazsa bunu kendilerinden esirgemezlerdi ve hekimler ölümsüz kişiler olurlardı.
NOT: Sn. Prof. Dr. Göksel Kalaycı ile Trabzon’da düzenlediğimiz Akciğer Kanseri Sempozyumu dolayısıyla yakından tanışma fırsatım olmuştu. Onu, kibar ve centilmen bir İstanbul Beyefendisi olarak gördüm. Bronş kanserlerinde uyguladığı bronko-plastik girişimleri, hayranlıkla kendisinden dinlemiştik. Bu deneyimli göğüs cerrahı ve değerli bilim adamına uzanan kanlı elleri şiddetle kınıyorum. Suçlu/suçluların bir an önce hak ettikleri en ağır cezaya uğratılmalarını bekliyorum. Kendisine Tanrı’dan rahmet; kederli ailesine ve tüm hekim camiasına başsağlığı diliyorum.