Sıkça duyarsınız, “Hekimlik en kutsal mesleklerden biridir” diye. Burada ‘kutsal’dan kasıt nedir bilmem ama, muhtemelen bu söz ile hekimliğin önemli ve kıymetli bir meslek olduğu ifade edilmeye çalışılıyor. Eğer söylenmeye çalışılan bu ise, bu hamur çok su götürür. Her meslek bir diğeri kadar önemli ve kıymetlidir. Kim söyleyebilir öğretmenliğin, polisliğin, askerliğin, fırıncılığın, pilotluğun, valiliğin veya su tamirciliğinin hekimlikten daha az önemli veya daha düşük değerde olduğunu?
Dolayısıyla -dosdoğru yapılan- her meslek eşit derecede kutsaldır. Meslekler bir toplumsal iş bölümüdür. Pilot, fırıncıya; “Güzel ekmekler pişir karnımı doyurayım, sen de uzaklara bir yerlere gitmek istediğinde binersin uçağa seni götürürüm” der. Fırıncı, polise; “Sen gece gündüz mahallemdeki güvenliği sağlayıcı tedbirleri al, ekmeğin benden” der. Polis, öğretmene; “Sen benim çocuklarıma okuma yazma öğret ve eğitimini sağla, ben gece gündüz çalışıp senin can ve mal güvenliğini sağlarım” der. Yani bu bir tür toplumsal sözleşmedir; kişi bir mesleğe intisap ettiği anda topluma karşı bir sorumluluk yüklenir ve toplumda mesleği ile ilgili bir boşluğu dolduracağını vaat eder.
Bu anlamda hekimlik de diğer mesleklerden farklı değildir. Tıp fakültesi diploması alan kişi; “Ey fırıncı kardeş sen bana ekmek pişir, ey öğretmen hanım sen çocuklarımın eğitimi ile ilgilen, ey asker abi sen memleket topraklarının güvenliğini sağla, ey vali bey sen bizim ilin sorunlarını çözmeye çalış, ben de herhangi birinizin sağlık sorunu olursa sizi sağlığınıza geri kavuşturmak için buradayım” der. Yani hekimlik de sadece mesleklerden bir meslek olup, bu meslek erbabının “Benim malzemem insan”, “Ben hayatlar kurtarıyorum”, “Ben, insanlara en değerli şeyleri olan sağlıklarını geri veriyorum” diyerek havaya girmek gibi bir hakları bulunmamaktadır. Zira hekimler tıp fakültesi diploması alırken, hatta tıbbiyeye ilk adımını attığında bunları bir görev olarak üzerine almayı kabul etmiş olurlar. Evet her toplum, tarihin en eski devirlerinden bu yana üç grup insana hep saygı göstermiş ve onları yüksek tutmuştur; din adamları, öğretmenler ve hekimler –her ne kadar bunlardan bir veya ikisi bazı toplumlardaki saygın yerini terk etmek zorunda kalsa da.
Ama bu, o grubun fertlerine ellerindeki mesleği toplumun “başına kakmasını” gerektirmez.
“Ben doktorum!”
“Bana ne kardeşim! Doktorsan doktorsun. Ben de hastayım. Sana geldim beni doğru dürüst tedavi edeceksin. Hizmetinin maddi karşılığı neyse de alacaksın.”
Sizce yukarıdaki durumla aşağıdakinin bir farkı var mı?
“Ben kebapçıyım!”
“Bana ne kardeşim! Kebapçıysan kebapçısın. Ben de açım. Sana geldim beni güzelce doyuracaksın. Hizmetinin maddi karşılığı neyse de alacaksın.”
Her iki durumda da hizmet almaya gelen kişinin ezilip-büzülmesinin, hizmet verenin de şişip-mağrurlanmasının bir alemi var mı? Her iki durumda da hizmet veren kişinin karşısındakine güler yüzle ve şevkle hizmet etmesini beklemek yanlış mı? Eğer lokantaya gelen –doktor-, kebapçının kendisini güler yüzle karşılayıp “Hoş geldiniz, size ne vermemi istersiniz” demesini, ayrılırken de “Afiyet olsun, yine bekleriz” diyerek yol etmesini bekliyorsa, hastaneye gelen –kebapçı- da, doktorum kendisini güler yüzle karşılayıp “Geçmiş olsun, size nasıl yardımcı olabilirim” demesini, ayrılırken de “Geçmiş olsun, bir şikayetiniz olursa yine gelebilirsiniz” diye yolcu etmesini bekleme hakkına sahip değil midir? Bu gerçek hayatta böyle mi oluyor peki? Hekim kimliğinizden soyunmuş olarak gittiğiniz en son lokanta ile yine hekim kimliğinizden soyunmuş olarak gittiğiniz en son hastanede gördüğünüz muameleyi hatırlıyor musunuz?
Ne gariptir ki bu ülkede –ekseriyet itibarı ile- banka memurları da, lokanta garsonları da, polis memurları da, market işletmecileri de, fırıncı da, uçak kabin memuru da, öğretmen de hekimlerden daha güler yüzlü ve iletişime açık. İşlerini daha kötü yapıyorlar diyemem ama verdileri hizmeti sanki “Al da başına çal” gibi sunuyorlar. Demem o ki; Ey sevgili meslektaşlar. Yapılan bir kamu hizmetidir. Özel hastane ve muayenehaneleriniz de bile olsanız yapılan bir kamu hizmetidir. Bu hizmet toplumun en çaresiz ve muhtaçlarına yani hasta, sakat ve yaşlılara verilmektedir. Şimdi “yukarıda Allah var”, verilen hizmetin karşılığı da ‘gani-gani’ alınmaktadır, hele ki bu Sağlık Bakanı döneminde (dönerler, ek katkılar, performanslar, vs.). Yine de yaptığımız işin karşılığını almadığımızı düşünüyor olabiliriz. Bırakalım o zaman bu mesleği. Nasılsa TTB ve YÖK yeterince hekim olduğunu söylüyor. Tıbbiyeden her şey çıkarmış, yaptığımız işin karşılığını alabileceğimiz başka bir iş yapalım. “Yok ben bir yere gitmiyorum” diyorsak o zaman işimizi dosdoğru yapalım. “Hekimler Tanrının yeryüzündeki elidir” diyenlerin ‘gazına gelmeyelim’. Hastaların bizim vesil-i nimetimiz olduğunu, onlara iyi bakmak kadar iyi davranmaya da mecbur olduğumuzu unutmayalım. Mesleğimizin diğer mesleklerden daha kutsal, daha değerli, daha vazgeçilmez, daha müstesna, daha önemli, daha imtiyazlı olduğu zehabına da kapılmayalım. Aksi takdirde, geçmişte bu topraklarda yaşayıp bu mesleği icra etmiş meslek büyüklerimize layık olamayız.
Bir sonraki yazıda cevabını vereceğim ve bugün işlemeye çalıştığım konu ile de ilgisi bulunan bir soru ile yazımı bitirmek istiyorum. “15. yüzyılda yaşamış Fatih’in hekimi Şerefettin Sabuncuoğlu’nun kitabında yer alan ‘hasta tedavi eden hekim minyatürleri’ ile aynı yüzyıllarda Batı’daki eserlerde yer alan ‘hasta tedavi eden hekim minyatürleri’ arasındaki en büyük fark nedir?