Zorunlu devlet hizmetimi yapmak üzere atandığım ilçede ilk kadın doktor olmam nedeniyle kaza halkı bana birden “Doktor Hanım” diyememiş, uzun süre “Doktor Bey Hanım” diye hitap etmişti. Sık sık doğumlara gitmem, doğum öncesi kontrolleri yapmam, doğum sonrası bakım hizmetlerim nedeniyle de arkamdan “Hemşire Doktor” denildiğini duymuştum. Daha mesleğimin ilk aylarında beni hekim olmam değil, kadın olmam nedeniyle zorlu bir hayatın beklediğini hemen farketmiştim. Ağır bir rol yüklenmesi ile karşı karşıyaydım. Sağlık ocağı hekimiydim, adli tabiptim, belediye doktoruydum, anneydim ve kadındım. O zamana kadar süregelen hastanın getirdiği reçeteyi temize çeken doktor imajını yıkacaktım. Bana öğretildiği gibi muayene etmediğim hastaya asla reçete yazmayacaktım. Küçük yaşıma rağmen davranışlarıma çok dikkat ederek itibarımın hiç bir şekilde yıpranmaması için gayret gösterecektim. Yürüyüşümün, kıyafetlerimin, davranışlarımın, oturuşumun, kalkışımın, ilişkilerimin, konuşmamın daima gözlem altında olduğu bilinciyle hareket edecektim. Günde yüz hastaya güler yüz göstermek, hepsini muayene etmek, bir yandan sağlık eğitimi yapmak, akşam eve dönünce çocuğuna da aynı sabrı ve şevkati göstermek, yemeği ile bizzat ilgilenmek, sonra da evin kadını rolünü üstlenmek, misafir ağırlamak, düzenli yemek yapmak, evin temiz tutulmasını sağlamak zorundaydım ve bunlar hiç de kolay değildi.
İşte o günlerde hipertiroidizm nedeniyle iğne ipliğe döndüm. Metabolizmamı aşırı zorlamış olmalıyım ki, atriyal fibrilasyona girdim, sebebi araştırılırken tiroid bezimin fazla çalıştığı ortaya çıktı. Ama ne iş yükümün hafifleyeceği vardı ne de kadınlık yükümün. Sıkıntılar yaşamım boyunca da devam etti. “Yorgun gelip evinde dinlenen çalışan insan” profilini hiç yaşayamadım. Yorgun gelip ev işleri yapan, çocuğu ile ilgilenen, programlar organize edip yürüten kadın oldum hep.
İlk görevim sırasında yatalak bir hastaya götürülmek üzere bindirildiğim otomobilde hiç kadın olmadığını görünce ne kadar korkmuş ve kaygılanmıştım. Aynı kazada hapishanede ağır hüküm yemiş mahkûmları muayene ederken ne kadar sıkıntı duymuştum. Erkek mahkûmların şaşkınlıkla karışık aşağılayıcı bakışlarından nasıl büyük bir rahatsızlık hissetmiştim. Eczacı bir arkadaşın eczanesinde oturup bir çay içtiğim için dedikodu çıkarıldığını duyduğumda ne kadar öfkelenmiştim. Hak etmeyen bir memura asılsız rapor yazmayı reddettiğim için kadın kimliğim öne çıkarılarak kaymakam tarafından azarlanmamı, ona verdiğim yanıtlar karşısında bocalamasını ve müfettiş çağırmakla beni tehdit etmesini de hiç unutamadım. Ben hem iyi, ideal hekim rolünü yapmalıydım hem de çalışan kadının da iyi bir anne ve eş olabileceğini kanıtlamalıydım.
İkinci bebeğim asistanlığım döneminde doğdu. Uzun süre hocalarıma bir bebek beklediğimi söyleyemedim. Onların işlerimi aksatma ihtimali nedeniyle bana kızacaklarını düşünüyordum. Kızmadılar, ama eğitimim ve işlerim nedeniyle kaygılandıklarını da açıkça söylediler. Ben de işler aksamasın diye olağanüstü çalışma performansı gösterdim. Sonuçta doğum öncesi iznimi kullanamadan erken doğum oldu. Üstelik doğum sonu iznimi de tam kullanamadım. Yaz tatili nedeniyle asistan sayısı iyice azalmıştı, benim işe başlamam gerekiyordu.
Hep üniversitede çalışmam ve hasta ile direkt karşılaşmamam nedeniyle hastalar ya da hasta sahipleri tarafından bir şiddete maruz kalmadım, ama tüm kadın doktorlar gibi yaşamın her türlü şiddetini gördüm ve yaşadım.
Kadın cinayetlerinin son 10 yılda yüzde 1400 oranında arttığı, kadın istihdam oranının yüzde 22’lere gerilediği, TBMM’nin yüzde 92’sinin erkeklerden oluştuğu ülkemizde 5.5 milyon çocuk gelinin bulunduğu, 2 milyon kadının başlık parası karşılığı evlendirildiği gerçeği karşısında benim yaşadıklarım çok anlamlı değildir, biliyorum. Ama kadın olmak zordur. Bu genelleme içinde kadın doktor olmak da hiç kolay değildir.