İlkokulda sınıfta öğrenciler ayakta duruyor, gürültü yapıyor, yüksek sesle konuşuyor ve sınıfın farklı mekanlarında dolaşıyor olurlar. Öğretmen sınıfa girince öğrencilerde bir hareketlilik olur ancak yine de düzensizlik devam etmektedir. Bunun üzerine öğretmen şu cümleyi yüksek sesle söyler: “Herkes yerine geçsin.”
Bu makalenin konusu, içinde yaşadığımız dünyada insanın kendi yerini bilememesinden kaynaklanan yeni konum taleplerinden mülhem Tanrı-insan ilişkisidir. Bu aslında yeni bir durum olmayıp insanlık tarihinin en eski zamanlarından başlayarak günümüze kadar devam eden bir problemdir. İnsan gerek üretimlerine gerekse elde ettiği güçlere dayanarak ya da kendini yeterli görerek Tanrı’ya meydan okumaya giden bir yola girmektedir.
Makalenin yazılmasına sebep olan problem; bugün için farklı yazınlarda duaya, dine, vahye dair negatif tavır alışlar ve bunun karşısında insanın tamamen dinden ve Tanrı’dan azadeliğini açık ve örtük biçimde savunan yaklaşımlardır. Bu yaklaşım ve analizler Tanrı-insan ilişkisine dair problematiğin, din (vahiy)-bilim ilişkisi üzerinden ele alınmasına göndermede bulunmaktadır.
Orta Çağ’dan modern zamanlara geçişte kilisenin menfi tutumu ve insanlar üzerinde baskıcı temellükü neticesinde Batı dünyasında bazı kıpırdanışlar başladı. Occamlı William’ın nominalizmi, Bacon’ın tabiata yönelimi ve tümevarıma işaretleri, Descartes’in insanı merkeze alan vurguları modern bir dünyanın inşasının yollarını açtı. Kilisenin baskıcı temellükünü çözmek için hakikati aramak üzere düşünürler tabiata yöneldiler. İlk başta tabiatın da “Tanrı’nın yazılı olmayan kitabı” olarak görülmesi sebebiyle Tanrı-insan ve tabiat arasında bir kopuş yaşanmadı.
Fakat modernlik bizzat “Tanrı’ya ihtiyaç duymadan bir dünya yaratmak” mantalitesi üzerine kendisini kurdu. Bu durum ileri boyutta insanın tabiat ve giderek Tanrı’dan kopuşu kadar insan-tabiat arasındaki düalizmden mülhem insanın tabiat üzerindeki tahakkümü ve egemenliği fikrini beraberinde getirmiştir. Ayrıca bir müddet sonra Tanrı’dan azade olarak ve hatta birçok şeyi yeniden tanımlayarak insan eşyanın konumunu ve anlamını değiştirmeye başlamıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak, Tanrı-insan ilişkisi de ciddi kırılmalara uğrayarak değişmiş bulunmaktadır ki, insan ürettiği teknoloji ve elde ettiği güç üzerinden Tanrı’ya meydan okumaya başlamıştır.
“Tanrı” diye bir kavramdan bahsettiğiniz andan itibaren sonsuz, sınırsız, ebedi ve mutlak güce sahip bir varlığı tanımlıyorsunuz demektir. İnsan ise, fani, gücü ve bilgisi sınırlı ve eksik bir varlığı tanımlar. Şayet insan ölümü yenecek, Tanrı’yı alt edecek ve giderek Tanrı’nın yerine ikame olacak bir varlık ise bunu göstersin. Ancak böyle bir durum söz konusu değildir. Açlık, kuraklık, acı ve hastalıkla baş başa kalınca bunların hepsiyle baş edecek sınırsız bir gücü yok. Öyleyse insan neyine güvenerek Tanrı’ya meydan okumaya kalkıyor ve yerini değiştirmek üzere Tanrı’nın yerine talip oluyor?
İslam açısından din-bilim ilişkisi, din ile bilim arasındaki kopuşa izin vermediği gibi vahiy-bilim ilişkisini bir denge üzerinde tutmayı hedefler. İnsan, olabildiğince geniş yetilere sahip bir varlık olup, Tanrı’nın da istediği insanın bu yetilerini geliştirmesi; bu bağlamda dünyayı imar etme noktasında bilim üretmektir. Fakat bu insanın ürettiği bilgi ve teknoloji ile Tanrı’ya meydan okuması anlamına gelmemeli; Tanrı’ya karşı kendisinde bir yeterlilik duygusu oluşturmamalıdır. İsmet Özel’in tabiriyle; ürettiği bilgi ve teknolojiyi Tanrı’ya bir hamd (şükür) vesilesi kılmalıdır.
“21. Yüzyıla geldiğimiz şu zaman diliminde…” diye başlayan yazınlara bakıyorum; bunların birçoğu insanı istiğnaya davet ediyor. 21. Yüzyıla geldiğimizde ne değişti? İnsan mı yoksa Tanrı mı? Farklı vesilelerle edilen duaları geri zamanlarda kalmış bir fiil olarak değerlendiriyorlar. Halbuki Kur’an; “De ki; dualarınız olmasa Rabbim size niçin değer versin?” (25/Furkan, 77) derken duaya vurgu yapmaktadır. Burada “dua” ile asıl vurgulanan insanın sonlu, sınırlı bir varlık olarak kendisi ile Tanrı’nın konumu ve yerini unutmamasıdır. İnsan sahip oldukları ve ürettiklerini “Tanrı’ya rağmenciliğe” çevirebilecek ve bunun arkasında tutarlı şekilde durabilecek bir kudrete tabii ki sahip değildir.
İnsanın doğasını değiştirmeye uğraşıyorlar. Ağaçları, hayvanları, bitkileri kendi doğallıklarından çıkararak sürekli tabiata müdahale ediyorlar. Bunların sonucunda iklim değişiyor; kimi yerde kuraklık kimi yerde seller hakim oluyor. Hasılı eşyanın kendi tabiatları dışında tanımlanması ve eşyaya müdahale artık kendi sınırlarına ulaşmış bulunuyor.
Dolayısıyla insan gelinen noktada eşya ile kendisinin kaynağının Tanrı olduğunu ihmal ederek, kendisi ile tabiat arasında çelişki yaratmaya devam ediyor. Bu ise paradigma sorunudur. Diyeceğimiz tek şey şudur: “Herkes yerine geçsin.”