Hatırladığıma göre 1983’lerde ülkemize ithal edilen serbest ticaret ekonomisine göre ticaret rekabete ve arz-talep prensibine göre yönlendirilmeye başlandı. Buna göre ticaret ile ilgili her şey bu kurallara göre olacaktı. Bu yöntemde gördüm ki, devletin fiyat belirleme konusunda hiçbir müdahalesi ve düzenleme yetkisi artık olmamakta, tüm ürünlerin fiyatları büyük holdinglerin, aracı kurumların, komisyoncuların, toptancıların ve perakende olarak ürünleri halka satanların vicdanına, merhametliliğine ve kazanç hırsı olup olmamasına göre ayarlanmaya başlamıştı. Kazançlar aşırı düzeylere çıktığından, ülkemizde suni bir pahalılık da başlamıştı. Yıllar önce yurt dışından sadece ülkemizde olmayan belirli birkaç ürün alırken, son yıllarda ise ülkemizden daha ucuz olmaları nedeniyle satın alınan ürün sayısında artış olmaya başladı. Dolayısıyla ürünlerin fiyatları şehirden şehire olduğu gibi, aynı şehirdeki alışveriş merkezlerinde, farklı mahallelerdeki bakkallarda bile oldukça farklı olmakta. Bu yöntem yıllardır bana çok ters gelmekte ve mantığıma yatmamaktadır. Çünkü bu yöntemde tüketicileri koruyacak bir dizginleyici kural ve fahiş fiyatı engelleyici bir kontrol mekanizması bulunmadığı gibi, fiyat farklılıkları nedeniyle de, satış yerlerini dolaşamayacak durumda olan yaşlılar, emekliler ve hasta kişiler mağdur duruma düşüyorlar. Bu kişiler en yakınlarındaki bir yerden ihtiyaçları olan ürünleri almak zorunda kalıyorlar. Benim aklıma yatan yöntem ise “Bir ürünün mal oluş fiyatı (maliyeti) belirlenir ve ilk üretim aşamasından itibaren başlamak üzere her aşamaya belirli bir kâr yüzdesi eklenir ve satış aşamasındakiler için belirlenen bu kâr yüzdelerine göre oluşan azami satış miktarı belirlenir ve satıcı bu miktarı geçemeden, ancak kârından fedakârlık yaparak ve rekabet çerçevesinde kârını azaltarak satışını gerçekleştirebilir” şeklinde olmuştur. Yani devlet burada sadece ürünün kâr yüzdeli azami değerini kontrolde denetleyici olacak ve daha fazla kâr yüzdeli satışları engelleyip tüketiciyi koruyacaktır.
Hemen hemen 30 yıldır uygulanmakta olan serbest ticaret ekonomi sistemi yanında bugüne kadar devletin satış kurumlarının sayısının ülke genelinde, şehirlerde, semtlerde sayısına yönelik belirleyici kurallar koyma şeklinde müdahil olduğunu ne gördüm ne duydum ve ne de buna yönelik bir kural koyduğunu okumadım.
Sermayesi olan, istediği sayıda alışveriş merkezi açmış, marketler kurulmuş, bakkallar sayısız miktarlarda ve istedikleri yerlerde dükkân açmış, her avukatlık stajını bitiren, o şehir veya kasabadaki sayı kısıtlaması olmaksızın bürosunu açmış, mezun olan her mühendis, istediği kurumda veya büro açarak hemen çalışmaya başlamış, her inşaatçı, iskâna açık olan yerlerde herhangi bir kısıtlama olmaksızın istediği kadar bina yapabilmiş, herkes istediği kadar kişi çalıştırmış, mezun olan eczacı veya veteriner diplomasına el koyan herhangi bir makam olmaksızın, mezun olduğunun ertesi günü istediği yerde ve sayı kısıtlamasına uğramaksızın iş yerini açabilmiştir. Ülkemizdeki bu uygulama, aynı şekilde demokratik olsun olmasın, tüm dünya ülkelerinde de böyledir. Sağlıkçılara ise prangalar…
Tüm dünya ülkelerindeki uygulamada, sağlık kuruluşları da dâhil olmak üzere devlet sadece kendi elemanlarının ülke genelindeki dağılımını nüfus yoğunluğunu, bina, teknik olanaklar ve personel dağılımını da göz önünde bulundurarak homojen olarak yapmakta, özel kurumların dağılımı ve personel politikalarına ise serbest piyasa ekonomisi çerçevesinde karışmamaktadır. Bazı ülkelerde sadece ithalat politikası çerçevesinde ithal malzeme düzenlemesi söz konusu olmaktadır. Dolayısıyla ülkemizde şu anda sadece sağlık uygulamaları için serbest piyasa ekonomisi uygulanmamaktadır. Çünkü sadece sağlıkçılara prangalar…
Ülkemize bakıyoruz; şu anda bir fakülteyi bitirince mecburi hizmet yanında, diplomalarına el konulan tek meslek grubu doktorlar, son yıllara kadar mesai dışı emekleri gasp edilen yine doktorlar ve diğer sağlık çalışanları, 6 yıllık eğitimlerine karşılık 4 yıllık eğitim gören mesleklerle aynı maaş verilen yine doktorlar, birçok meslek içinde yıpranma payı en fazla olan meslek doktorluk (ve sağlık işi olduğu halde, yıpranma payı verilmeyen tek meslek yine doktorluk (radyoloji dışında), tüm üniversite öğretim üyeleri için çıkarıldığı halde, sanki sadece doktor öğretim üyeleri için yasalaştırılmış gibi duyurulan Tam Gün Yasası’nda hedef kitle olan yine hep doktorlar olmaktadır, Ek iş yapan hukukçu, mühendis, işletme ve iktisatçı gibi öğretim üyeleri sanki bu Yasa dışındaymış gibi kamuoyu oluşturulmakta ve maddi istekte bulunma kabağı doktorların başında patlatılmaktadır. Çünkü sadece sağlıkçılara prangalar.
Memurun hizmet verdiği vatandaşa, belediyelerin hizmet verdiği alt ve üst yapı çalışmalarındaki kusur veya yanlış uygulamaları nedeniyle mağdur olanlara, hâkim ve savcının hizmet verdiği davacı-davalıya, elektrik tesisatı veya başka teknik bir işi, yolların tekniğe uygun donanımını gerçekleştiren karayolcunun hata ve eksiklerinden mağdur olanlara (ve daha birçoklarına) yönelik tek yönlü hak aramaya yol açan “Hasta Hakları”nı abartan ve aynı hakları doktor ve diğer sağlıkçılara vermeyen başka ülke yoktur. Burada zulüm gören ve sıkboğaz edilen yine biz doktorlar oluyoruz. Halbuki hekim-hasta ilişkisi, Borçlar Kanunu’nda ifade edildiği gibi iki taraf arasında olan bir akit gibidir. Ve tek tarafın değil, her iki tarafın da hak ve sorumlulukları söz konusudur. Çünkü sadece sağlıkçılara prangalar…
Ülke genelinde ve 657 sayılı Kanun’a göre devlet memurluğu görevi yapmakta olanlar, 4 yıl eğitim ve farklı derecelerde olduğu halde biz doktorlardan oldukça farklı maaş almakta ve bu farklı maaş özlük hakları olarak emekliliklerine yansımaktadır. Biz doktorlara ise eğitimleri ve riskliliklerine uygun olmayan maaşlarından söz edilmeksizin, ne olacağı ve istikrarı belli olmayan, özlük hakkı olarak emekliliklerine yansımayan döner sermaye ile sanki daha fazla maaş veriliyormuş gibi demeçlerle brüt miktarlar anons edilmekte ve performans gibi bir ucubeyi tutturacağım diye kaliteden çok kantiteye (sayıya) mahkûm etmekte ve bu sayı saplantısı doktorun konsantrasyonunu olumsuz etkileme yanında, puanı olumsuz etkileyecek zor ve zaman alıcı hastaları üniversite hastanelerine kolayca sevk etmeye yol açmaktadır. Böylesi bir örnek uygulama, sadece biz sağlıkçılar için var. Çünkü sadece sağlıkçılara prangalar.
Sağlık Bakanlığına bağlı eğitim hastanelerindeki asistanlarla, tıp fakültelerindeki asistanların maaşları farkı 3 kat olduğundan, TUS sınavında başarılı hekim arkadaşlar haklı olarak tıp fakültelerini değil, Bakanlık eğitim hastanelerini tercih etmektedirler. Çünkü evli ise sorumlu olduğu kişiler var, değilse evlenmek için maddiyat gerekecek. Bir taraftan mecburi hizmetler, diğer taraftan da düşen kalite sonucu tıp fakültelerinin öğretim üyesi kaynağının olumsuz durumu, öğretim üyesi kalite ve kantitesini de olumsuz etkileyecektir. Aynı işe ve konuma neden farklı ücret ve bu abukluklar neden düzeltilemiyor, anlamakta zorlanıyorum. Uzmanlık mecburi hizmeti ile askerliğin eğitim süreci dışındaki kısmı, belirlenmiş bilimsel kriterlere ve kurumun zorunlu ihtiyacına göre öğretim üyesi konumuna ve görevine devamına uygun bulunan için uygulansa, öğretim tıp fakültelerindeki öğretim üyesi tıkanıklığı giderilebilir. Bu kaos ile de prangalar sadece tıp fakültelerinin geleceğine.