Sağlık konularında övünç kurumumuz olan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü vardı, işte o kurumu bir çırpıda kapattılar. Orada ülkemiz için stratejik önemi çok büyük, sağlığımız için çok önemli olan aşı ve serumlar üretilirdi. Ne diyorum, stratejik önemi vardı. Şimdi ise yok.
Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü, cumhuriyetimizin ilk yıllarında Sağlık Bakanlığının bünyesinde kurulmuştu. Kısaca bir devlet kurumu idi.
Önce 1997’de aşı üretim tesisleri faaliyetleri durduruldu.
Daha sonra 1999’da aşı üretim tesisleri kapatıldı. 2004 yılında ise Manisa Tavuk Hastalıkları ve Aşı Üretim Enstitüsü, Bakanlar Kurulu kararı ile kapatıldı! Kocaeli Koz gazetesinden Gökhan Karabulut’un yazdığına göre, “Cumhuriyetin büyük yokluklarla kurduğu ve harikalar yarattığı Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsünün 2 Kasım 2011 tarihinde, Resmi Gazete ’de yayımlanan 663 sayılı kararname ile kapısına kilit vuruldu. Her şey Halk Sağlığı Kurumuna devredildi.”
Şimdi tüm dünyada ve ülkemizde de Covid-19 salgını var. Yetkili, yetkisiz, her ekrana çıkan kişiler ilaç ve aşılardan bahsetmekte. Bu konu hakkında gazetelerde, ekranlarda ve internette çok fazla yazı ve yorum dolaşmaya başlamış durumda.
Bakın, olayı size bir de ben anlatayım arkadaşlar! Bu işler öyle bir günde olmaz. Yıllar içinde yavaş yavaş olgunlaştırıldıktan sonra, vakti zamanı geldiğinde kapatılır.
Devletin fabrika ve işletmelerinde de aynen böyle olmuştur. Sümerbank örneğini vereyim. Fabrikalar devamlı çalışır, kâr eder hale gelir. Bolca mal üretilir, yurt içinde ve yurt dışında satılır. Buraya kadar çok güzel. Fabrikaların geliri maliyeye, yani hazineye gider. Yıllar içinde fabrikaların modernleşmesi gündeme geldiğinde bürokratik engeller sırasıyla önlerine konur. “Bu yıl bütçeye ödenek koyamayız. Bütçe sıkışık, seneye bakarız.” gibi söylemlerle istekler devamlı geri çevrilir.
Doğal olarak fabrikalar da özel şirketlerin ve müdürlerin değil devletin malıdır. Müdür bu; alır maaşını, keser sesini, oturur makamında sessiz sessiz. Lojmanı var mı var, birde altında makam arabası, daha ne istesin. Gelelim istihdama. İktidarların bir görevi de vatandaşa iş bulmak olduğundan, oy kaygısıyla devletin fabrikalarına deneyimli, deneyimsiz, işe yarayan veya yaramayan, torpilli, partili yerleştirilerek halk memnun edilmeye çalışılır.
Artan personel giderleri nedeniyle kâr eden işletme ve fabrikalar giderek zarar etmeye başlarlar. Fabrika müdürleri iktidara hoş görünecekler ki yerlerinde kalsınlar, hatta ortam uygunsa siyasete bile atılabilsinler. Devletten gelen paralar çar çur edilmiş kimin umurunda! Gelsin fabrika kenarına spor tesisleri, açık, kapalı sahalar, lojman inşaatları, bol keseden makam arabaları, bahçe düzenlemeleri, kameriyeler ve ille de sosyal tesisler. Personel çok, yenilenme yok. Eski teknolojiyle olan üretimler özel sektörle ve ithal mallarla rekabet edemez hale geldiğinden zarar çığ gibi büyümeye, işletmeler devletin sırtında yük olmaya başlarlar.
Osmanlıdan beri devletimizde yabancı danışman ve uzmanlar hep olmuştur. İşler sarpa sardığında veya maliyenin her başı sıkıştığında gidip önce onlara sorarlar. Bizden olan danışmanlara ise sadece iş olsun kabilinden şöyle bir danışılır. Zaten onların da bir gözü yabancılara bakmaktadır. Yabancı danışmanların söylemlerine bakıp onlar ne diyorsa papağan gibi aynısını söylerler. Farklı söylemleri olan bir iki çatlak ses ise yabancılarca kötülenir ve kendini acilen pasif görevde bulur. Artık ekarte olmuş ve böylece sesi soluğu kesilmiştir.
İktidarlara ters gelen, muhalefetin yanında yer almaktan çekinmeyen ve farklı çözümler üreten yerli bilim insanlarına, daha sonra hiç sorulmaması ve görüşlerinin alınmaması, hatta onların ayıplanmaları iktidarların kutsal raconlarındandır. Danışmanlar ve bilim insanları devletin verilerini ellerine alırlar. Gelirleri ve giderleri alt alta, masa üzerinde sıralarlar. İktidarların önüne acı bir reçete çıkartırlar. Gençler ve konuyla çok ilgili olmayanlar pek hatırlamayabilirler. Siz yine de şöyle bir gerilere doğru bakıp ekonomik krizimizi çözmesi umuduyla taaa Amerika’dan getirilen, Dünya Bankası Danışmanı Kemal Derviş’in yaptıklarını şöyle bir hatırlayınız. Dedikleri uygulandı. Sayesinde çok kaybettik, her zaman olduğu gibi yabancılar kazandı. Buradayken arada bir televizyona çıkıp kimsenin anlamadığı dilden ekonomik çözümleri anlattı, boş vakitlerinde tenis oynadı, politikamızı bile manipüle etti. İşi bitince de hemen Amerika’sına geri döndü, iyi mi!
İşte bu yüzden ve oy kaygıları nedeniyle, devletin fabrika ve işletmelerinden işçi çıkarılamayacağına, giderler de kısıtlanamayacağına göre tek çare zarar eden kurumları, hatta bu arada zarar etmeyenleri bile “bir punduna getirip” bir çırpıda kapatmak çare oluverir. Sigara fabrikaları veya tekel zarar mı ediyordu, onları bile kapatıp üç kuruşa satıverdiler. Yılda ithal sigara ve içkiye kaç milyar dolar ödüyoruz merak eden araştırsın.
Ve sonuçta güzelim fabrikalar arsa fiyatına satılır. Alanlar da kısa zamanda makine ve cihazlarını söküp fabrikaları ve işletmeleri kapatılır. İşçileri sokağa atıverirler. Sonunda siz de birçokları gibi kapatma kararında imzası bulunan son iktidarı suçlarsınız.
Aslında uzun yıllar içinde geliştirilip daha sonra uzunca bir süredir yoğun bakımda suni solunumla yaşatılan bebek, nur topu gibi, son iktidarın elinde kalmıştır. Onlar da çaresiz kalınca imzayı atıp güzelim fabrikaları bir çırpıda satıp savar ve de kapatırlar. İnsanları suçlamak çok kolaydır da, olaylara karşı alternatif çözümler getirmek, hatta bizzat çözüm olmak çok zordur, çok. Hele de derdiniz çözüm bulmak değilse.