Öncelikle problemimizi bazı bileşenlerin kesişme noktasında sarahate kavuşturmalıyız. Resmi olarak sosyoloji biliminin tanım ve içeriklerine baktığımızda şu ifadelerle karşılaşırız; sosyoloji somut olayların bilimidir, bu bağlamda olması gerekenle değil, olanla ilgilenir. Dolayısıyla sosyolojinin tasvirci yani deskriptif niteliği böylece ortaya çıkmaktadır.
Burada sosyolojinin somut olayların ve olguların bilimi olup, felsefe ve metafizik spekülasyonlardan uzak durması kastediliyorsa buna katılmaktayım. Ancak bu sosyolojinin felsefe ve metafizikten bağlarını tamamen koparması anlamına geliyorsa bazı rezervlerimin olacağını beyan etmek durumundayım. Çünkü felsefesi olmayan felsefi temellerden yoksun bir sosyolojinin olamayacağını söylemekte mahzur görmüyorum. Diğer yandan sosyolojinin de içinde yer edindiği bilimin giderek Tanrı ve metafiziğe kapısını kapatmasının, onları yok saymasının bedellerini hala ödemeye devam ediyoruz. En bariz bedel ise anlam sorunudur.
Bilim yapmanın önemi ve anlamı, insanın bir yandan içinde bulunduğu evreni anlama ve açıklamaya çalışması ise; diğer yandan daha somut olarak insanlığın içinde bulunduğu aktüel sorunlara çözümler bulabilmektir. Bu bağlamda bilim, entelektüel bir fantezi olmadığı gibi sayılar ya da nicelikler yığını da değildir. Buradan yapılacak en önemli çıkarsama ise, bilimi aktüel sorunları çözmek üzere koşullandırmaktır. Bilim tarihi dikkatlice gözden geçirildiğinde bu durum daha rahat anlaşılacaktır.
Şimdi bu kavşak noktasını aktüelleştirirsek, özelde bir bilim olarak sosyolojinin projeksiyonuna dair hangi çıpaları ortaya koyabiliriz? Birincisi, genelde sosyoloji özelde din sosyolojisi bugünün aktüel insan sorunlarına eğilmelidir. İkincisi, özelde Müslüman toplumlar modern zamanlarda daha da görünür olan yetersizliklerini aşma noktasında sosyolojik çalışmalar yaparak sorunlarına çözümler önermelidir. Aslında bugün en önemli temel ihtiyacı düşünce üretimi olan Müslüman toplumları, farklı bilimler ve bu arada sosyoloji ve din sosyolojisi üzerinden bunu gerçekleştirmek durumundadır. Üçüncüsü, dünya ölçeğinde işleyen tüm toplumsal ve siyasal mekanizmaları anlamlandırıp ifşa ederek bunun insanlık adına ortaya çıkaracağı negatif ve pozitif unsurlara dikkat çekmelidir.
Bazı sosyologlar en baştan itibaren sosyolojinin deskriptif karakterini “ele karışmaz tavaya bulaşmaz” şeklinde tanımlanabilecek bir durum olarak görürler. Söz gelimi; küreselleşme konusunu bir sosyolog sadece bir mekanizma olarak anlatıyor; bunun insanlığın lehine ve aleyhine nasıl işlediğini analiz etmiyorsa, işte onun anlattığı sosyoloji hijyeniktir. Sosyolojinin erken zamanlarında ilk ismi Cemil Meriç’in de özenle altını çizdiği üzere “özgürlükler bilimi”dir. Bu bağlamda sosyolojiden öncelikli olarak beklenen şey; insanı, insanlığı ve toplumları baskılayan örtülü ve açık tüm ilişki biçimleri ve mekanizmaları deşifre ederek onu özgürleştirmektir. Tabii bu arada din ve metafizik de bu baskıcı mekanizmalar arasında sayılmıştı.
Peki bu minvalde bugün sosyolojisi ve din sosyolojisi nasıl işlevselleştirilmelidir? Bir kere Müslüman toplumlar hijyenik bir sosyoloji anlayışını terk ederek şu iki noktaya odaklanmalıdırlar. Birincisi, Müslüman toplumlar kendi sorunların başlayarak insanlığın ortak sorunlarını analiz etmeli; sosyoloji ve din sosyolojinin sınırları içerisinde İslam düşüncesine katkıda bulunmalıdır. İkincisi de, dünyanın giderek ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda krizi derinleşirken, özgürlükten başlayarak temel insan hakları baskılayan ve kitleleri yoksullaştıran küresel postmodernizmin sürekli deşifre ederek insanlığa çıkış yolları önermelidir. İslam dünyası sosyolojiyi kimi zaman kendilerini baskılayan ve özgür düşünmelerini engelleyen her şey karşısında bir özgürleştirme bilimi olarak da işlevselleştirebilir.
İşte bu yol haritası kelime ve kavram cambazlığıyla iş kotarmaya çalışan sihirbazlıklar karşısında hakikatin sembolü “asa”nın arz-ı endam etmesi demeye gelecektir.