Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım! -“Boğamazsın ki!” -“Hiç olmazsa yanımdan kovarım.”
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum. Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Mehmet Akif ERSOY [Şair ve Mütefekkir:
20 Aralık 1873-27 Aralık 1936]
Günlük insan ilişkilerimizde, özellikle de sağlık hizmetleri verilirken empati yapmanın öneminden sıkça bahsedilir. Malumunuz, empati; bir insanın kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve bu durumu ona iletmesi sürecidir. Empati kavramı ile sıkça karıştırılan bir kavram olan sempati ise; karşımızdaki insanın sahip olduğu duygu ve düşüncelerin aynısına sahip olmak demektir. Karşımızdaki kişiye sempati duyuyorsak, onunla birlikte acı çekeriz ya da seviniriz. Empati kurduğumuzda ise karşımızdakinin duygu ve düşüncesini anlamak esastır. Kendimizi sempati duyduğumuz kişinin yerine koymamız ve onu anlamamız şart değildir; sempatide “yandaş” olmak esastır. Empati kurduğumuzda ise karşımızdaki kişiyle aynı duyguları ve görüşleri paylaşmamız gerekmez.
Bu yazıda hekimlerin empati kurmasına yardımcı olacak bir öneride bulunmak istiyorum. Meşhur hikâyede eşekten düşen Nasrettin Hoca’nın: “Bana eşekten düşen birisini getirin, beni ancak o anlar.” demesi gibi, belki de hekimlerin hastaları anlaması için “eşekten düşmesi” gerekiyor. Tıp etiği derslerinde öğrencilerime sıkça söylediğim bir şey var; “Her tıp fakültesi öğrencisi mezun olmadan önce 3 gün zorunlu olarak hastanede yatmalı.” İşte o zaman hasta olmanın ne demek olduğunu ve bir hastanın sağlık çalışanından beklentilerinin neler olduğunu tam olarak anlar.
Başıma geldi oradan biliyorum. Bundan 4-5 yıl kadar önce 3 günlük bir hastane yatışım söz konusu oldu. Kendi fakülte hastanemde yatıyor olmam, hekim ve hemşirelerin beni tanıyor olması beni onların gözünde “sıradan bir hasta” olmaktan çıkarıyordu, ama ben yine de kendimi sıradan bir hasta hissediyordum. Ben de, dişer bütün hastalar gibi vizit saatini sabırsızlıkla bekliyor, doktorun yüzü asık mı yoksa güler yüzlü mü olacağını merak ediyor, benim hatırımı sorup bana espri yapacak mı, yoksa sadece asistanlara ve hemşirelere bir şeyler sorup talimatlar vererek odayı terk mi edecek” diye tahminler yürütüyordum. Ben de, bütün hastalar gibi, hemşirenin nabzımı sayarken veya tansiyonumu ölçerken mütebessim bir yüzle mi bana yaklaşacağını, yoksa yine elimi kolumu çekiştirip çekiştirmeyeceğini merak ediyordum. Ben de, acaba uykuya daldığımda ilacım verilirken “dürtükleyerek” mi, yoksa hafifçe omuzum okşanarak mı uyandırılacağım düşüncesini kafamdan atamıyordum. Ben de elime, omuzuma veya başıma dokunacak bir doktor veya hemşire elini Hz. Mesih’in eli gibi değerlendiriyordum. Kısacası ben de bir hasta psikolojisi içinde çevremi ve çevremdekileri çok farklı bir algılama boyutunda gözlemliyordum.
İşte bu yüzden her tıp fakültesi öğrencisi okulu bitirmeden ve her hekim ve hemşire de belli aralıklarla bu psikolojiyi ve beklenti boyutunu yaşamak adına hastaneye yatırılmalı. Aslında bu da yetmez, hekim ve hemşireler bir de kendi kimliklerini ortaya koymadan polikliniklere gitmeli. O sıralarda beklemeli, o azarları işitmeli, o saatlerce beklemenin ardından “2 tık-tık, 1 şık-şık” ile muayene edilip reçetesi eline verilmeli. Belki o zaman empati kurabilirler. Belki o zaman hastaların beklentilerinin aslında o kadar da fazla ve haksız olmadığını anlarlar. Tokun açın halinden anlamadığı gibi, onlar da hastaların beklentilerine bigâne kalmazlar.
Kimse demesin, “Polis de, öğretmen de, devlet dairesindeki memur da bizim beklentilerimizi fazla umursamıyor” diye. Herkes kendi yaptığından sorumludur ve kendi sorumluluğunu yerine getirmeyenin başkalarından beklenti içinde olması da uygun olmaz.
Bu hafta suya-sabuna dokunmayan bir yazı yazdım. Okuyucularım bilir bunun benim tarzım olmadığını. Ama aksi de insanı bir hayli yoruyor. Siz istediğiniz kadar doğruları söyleyin ve sessizlerin sesi olmaya çalışın, ülkemizde her alanda varlığını sürdüren ve ülkeyi bir insan vücuduna benzetirsek, hipofiz e yerleşmiş bir azınlık bundan rahatsız oluyor. Aksi gibi bu azınlık, itirazlarını ve rahatsızlıklarını mertçe karşınıza çıkıp da söylemiyor. Derhal dedikodu ve ispiyon kurumunu işletiyor ve size tüzel kişiliklerin (dernek, kurum, birlik vs.) arkasına saklanarak vurmaya çalışıyor, zaten yorucu ve yıpratıcı olan da bu.
“Şimdi bu sözler nereden çıktı?” diyenler 1-2 hafta beklesinler, olayın kokusu onlara da gelecektir.