Düşünüyorum…
Öğretim üyesi ne yapar, görev tanımı nedir? Diye!
Şöyle bir liste oluşuyor: Ders verir, öğrenci yetiştirir, onlar için gerekli materyali hazırlar. Asistan yetiştirir. Araştırma yapar, yaptıklarını yazar ve yayımlar. Kitap yazar, konferanslar verir. Topluma önderlik eder, model oluşturur. Düşünür! Yeni fikirler oluşturur. Tüm bunları yaparken, hekimse hasta da bakar.
Sorum şu: Öğretim üyesi bunları nasıl ve ne kadar yapar?
Mevcut sistemde vicdanına kalmış. Gözümün önünden modeller geçiyor ve gülmekten kendimi alıkoyamıyorum. Bazıları bunların hepsini yapması gerektiğini bilir, ama bakar ki yetenekleri sınırlı, hiçbirini yapmaz! Doğru söylüyorum, elini sürmez. Bir kısmı ise işi sadece konferans vermek ya da yazmak olarak algılar ki, bu da bir süre sonra vahim sonuçlar doğurabilir. Ya da hoca diyebilir ki “Ben iyi bir akademisyen değilim, yazı falan yazamam, ama iyi bir klinisyenim!” Sorabilirsiniz, hakkınız var elbette, “İyi bir klinisyen olarak benim yapamadığım neyi yaparsın?” Sizi görev tanımı üzerinde düşünmeye davet ediyorum!
Görev tanımı olmayınca doğal olarak görev de olmuyor. Herkes başka başka anlıyor. Bu da doğal, hepimizin beyni ve algısı biricik. “Tüfek, Mikrop ve Çelik; İnsan Topluluklarının Yazgıları”, Kaliforniya Üniversitesi coğrafya ve fizyoloji profesörü Jared Diamond’un 1997 yılında yazdığı kitabın adıdır. Kitap çok ilginç. Toplumların gelişme süreçlerinde yeterli besin üretebilen toplumların, bazı insanları tarım alanlarından uzak tutup, başka alanlarda üretmelerine izin verdiği bilgisi de bu kitapta yer almakta. Bize de bunu yaptı mı bizim toplum diye düşünüyorum? Galiba yaptı! Hem de fazlasıyla yaptı. Doğru, zaman zaman çok az kazandık. Bazen yumruk yedik falan. Ama genel olarak, bilgelik hep değer gördü az veya çok. Yani toplum bizi, birşeyler üretelim diye ağır fiziksel işlerden uzak tuttu. Peki biz ne yaptık? Bazılarımızın tüm bu görevleri yerine getirmek için çabası oldu, ama bir kısmımız bu görevleri yapacak donanıma, beceriye ve ne yazık ki isteğe sahip değillerdi. Ama sanki tüm görevleri yerine getiriyormuş gibi davrandılar. Bazıları su başlarına oturdular ve suya yön vermeye çalıştılar. Suyun yönü bazen denize ulaştı, ama yazık ki çoğu zaman cılız oldu ve kurudu.
Japonların dili, yazısı, kültürü tüm Batı dünyasından farklı. Dünyanın en muhteşem bilgi toplumlarından birini oluşturuyorlar. Öğrenmede her gün azar azar, sonra yoğun çalışma taktiğini uygulayarak çok yol almışlar her alanda. Ülkemizde de elbette güzel işler oluyor, ama genele bakmak zorundayız. İlerlemeler çok yavaş. Kişisel görüşüm, ilerlemeler yetersiz. Önümüzde ciddi engeller var. Yönetim şekli bunun en iyi örneklerinden biri. Medimagazin’de de değerli meslektaşlarım çok kıymetli yazılar yazıyorlar özellikle üniversite yönetimleri ve eğitim sistemi ile ilgili. Ben de yazıyorum. Benim derdim, diktatörlerle ve diktatörlükle. Özellikle de diktatör olduğunun farkında olmayan diktatörlerle! Yok, bugün yalancı diktatörler hakkında yazmayacağım. O başka bir sayının konusu.
Osman İnci, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi. “Bilimsel Yayın Etiği İlkeleri, Yanıltmalar, Yanıltmaları Önlemeye Yönelik Öneriler” adı ile yazılmış bir makalesine ulaştım ve son iki yıldır en az beş kez okudum. Herkese de okumasını öneririm. Özellikle ana bilim dalı başkanlarını ve kıdemlice hocalarını (Farkında değildim, ama ben de bu gruba giriyormuşum!) katkıları olmasa da makale yazarlarına ekleme alışkanlığı, daha da doğrusu koşullandırılması genç meslektaşlara yolun başında aşılanır. Neden mi? İdaresi kolay olsun diye. Bu durum öyle bir kökleşir ki, değiştir değiştirebilirsen. Bu davranış modeli, yani gençlerin yaptığı her şeyin üzerine çöreklenme merakı zamanla çarpık bir legaliteye ulaşır. Öyle ki, hoca kendisini kliniğin sahibi sanmakla kalmaz, etraftaki kendisinden birkaç yaş gençler de dâhil herkesi tebaası sanmaya başlar. Her şeyin kendi yasası oluşur. Örneğin; birisinin profesörlük süresi doldu, tek bir makale yok, ama olsun, çok şükür ki patron var! Bu durum sadece yayınla şüphe yok ki sınırlanamaz. Daha da genişletmek mümkün olabilir. Bu hükümdarlar, çalışmaktan ve iş yapmaktan da muaftırlar. Neden mi? Eee herkes tebaa ya! Herkesin çalışması onları çalışmış gibi yapar.
Çözüm arıyorum. Çözüm, toplum mimarlığında.
Bakın, Mustafa Kemal ne diyor: “Bir milleti özgür, bağımsız, görkemli, yüce bir toplum halinde yaşatan, terbiyedir ve onu tutsak yapan sefalete iten de bunun yokluğudur. Tehdit esasına dayanan ahlak, bir fazilet olmadıktan başka itimada da şayan değildir.”
Demek ki, her şey eğitimde… Hep yakınıyoruz dil öğrenemiyoruz, ilkokulda çocuklar kötü eğitim alıyor, doktorlar iyi yetişmiyor, mühendislerimiz teknoloji üretemiyor… Örnekler yüzlerce olabilir.
Merak ediyorum, tüm bu insanları kötü niyetli uzaylılar mı, yoksa bizim geri kalmamızı isteyen dış güçler mi yetiştiriyor?
Sorgulamak zorundayız!
Saygımla.