Herkese selam, saygı ve hürmetlerimi sunuyorum.
İlahi vahye dayanan ve kutsal metinlerin sonuncusu olan Kur’ân-ı Kerim, insanlara çok yönlü güzel ahlakı kazandırmayı hedeflemektedir. Hiçbir felsefeci, hiçbir eğitimci / pedagog, hiçbir anne baba vesaire Kur’ân kadar güzel ahlak kural ve kaidelerini ortaya koyamamaktadır. Örneğin Kur’ân, fert, aile veya millet olarak başkalarını hor görmeyi yasaklamaktadır. Hor görmek; başkalarını küçük görmek, önem vermemek, değersiz saymak, küçümsemek, aşağılamak, adam yerine koymamak, kendini başkalarından üstün görmek gibi anlamlara gelmektedir. Çünkü bu konudaki uyarıların, çok yönlü hikmetleri vardır. Yüce Allah bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de mealen şu mesajı vermektedir:
“Ey inananlar! Hiçbir kavim / topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin. Belki alay ettikleri topluluk, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki alay ettikleri kişiler, kendilerinden daha iyidirler.” (Hucurât 49/11).
Buna göre kadın veya erkek hiçbir kişinin başka kişileri veya hiçbir topluluğun da başka toplulukları hor ve küçük görmeye hakkı yoktur. Bu ayette uyarıldığımız gibi, belki hor gördüğümüz kişi veya kişiler, Allah’ın nazarında bizden daha iyi ve daha üstündürler. Hiç kimse kendisini başkasından üstün görmemeli ve başkalarını da kendisinden aşağı görmemelidir. Hepimiz insanız ve aynı Allah’ın kullarıyız. Yine bu ayette kadınlar, erkeklerle beraber zikredilmektedir. İslam dini açısından kadın ve erkek insan olarak eşit tabi haklara sahip bulunmaktadır ve bu ayette haber verildiği gibi, günah işlemekte veya sevap kazanmakta kadın ile erkeğin aralarında herhangi bir fark yoktur. Ayrıca veda hutbesinde haber verildiği gibi Hz. Muhammed (s.a.v.), cahiliye döneminin kötü bir geleneği olan imtiyazların kaldırıldığını, İslâm’a göre imtiyazlı insanların olmadığını ve insanların insan olarak eşit olduğunu haber vermiştir. (Buhârî, Ḥac, 132, Meġāzî, 78; Müslim, Ḥac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56, 61; Tirmizî, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, 10; İbn Mâce, Menâsik, 76, 84). Bir de Hz. Muhammed (s.a.v.), kavga ederken bile başkalarını küçük düşürmekten sakınmayı emretmiştir. (Müslim, Birr, 32). Bir seferinde Hz. Aişe, Hz. Safiye’nin boyunun küçüklüğünü dile getirerek onu küçümsemiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.) de “Öyle bir söz söyledin ki, denize atılsa denizi bulandırır ve kokutur” demiştir. (Ebû Dâvûd, Edeb, 40, hadis no: 4875). İşte İslâm dini ve İslâm ahlakı, insanı hor ve hakir görerek küçümsemeyi bu derece yasaklamaktadır.
İnsanların başkalarını hor görmeleri, kendilerini başkalarından üstün görmeleri, sosyal hayatta insanlar arasında kin ve nefret tohumlarının ekilmesine sebep olmaktadır. Hor görüldüğünü, aşağılandığını hisseden hiçbir insanın, kendisine bu duygularla davranan insanlara saygı duyması, onları kendisi için kardeş olarak görmesi düşünülmemektedir. Bu gibi durumlar, toplumun kimyasının bozulmasına ve ahlaki dejenerasyonun meydana gelmesine sebep olmaktadır. Onun için İslâm ahlakında, başkalarını hor görmenin yeri yoktur.
Herhangi bir kişinin kendi ırkından veya inancından olmayanları küçümseyip hor görmesi, taassup olarak kabul edilmektedir. Bu tür düşüncelere sahip olanlar, kendilerine göre hakikat kabul ettikleri görüş ve kanaatten başka inanç, görüş ve düşüncelere sahip olanları bir nevi düşman olarak bellemektedirler. Psikolojik birer hastalık olan bu tür duygular, cehaletten kaynaklanmaktadır. Zaman zaman dindar geçinen bu tür cahillerin kendilerini üstün görerek başkalarını hor görmeleri nedeniyle din, mezhep, milliyet ve benzeri duygulardan kaynaklanan düşmanlıklar oluşmuştur. Bunun neticesinde insanlar arasında savaşlar meydana gelmiş ve pek çok insanın kanı akmıştır. Tarihin çeşitli dönemlerinde bu tür kirli oyunlar yaşanmış ve haksız yere insanlar ölmüştür. İslâm dininde bu tür taassubun, fikir ve kanaat düşmanlığının yeri yoktur ve olamaz. Kur’ân ve sünnet açısından cihat, bu tür zararlı taassupların önünü kesmek için yapılan hukuki ve ahlaki mücadeledir. Bu konuları gündeme getiren Ali Fuat Başgil (ö. 1387/1967), yorumlarına şu ifadelerle devam etmiştir: “Dini taassup, cahil dindarın kendi dini akidelerini mutlak surette hak ve başka akide ve kanaatlerin de mutlak surette batıl olduğuna inanmasından doğan bir tuğyan ve hırçınlıktır. Fakat din ve vicdan hürriyetinin düşmanı yalnız bu değildir. Bunun kadar siyasi taassup da bu hürriyetin düşmanıdır. Hatta belki daha kindar, daha zalim ve yıkıcıdır. Çünkü dini taassupta çok kere hasbilik hâkim olduğu halde, siyasi taassupta hemen daima şahsi fayda, his ve hırsı hâkimdir. Siyasi taassup, bir şahsın hayat ve cemiyet hakkında kendi görüşlerini mutlak surette hak ve başka kişilerin konu ile ilgili görüşlerini batıl telakki etmesinden ileri gelen cahilane bir düşmanlıktır. Siyasi taassubun inandığı ve bağlandığı şey, yalnız madde ve menfaattir. Fakat madde ve menfaat fikri etrafında kitleleri coşturup harekete getirmek kolay değildir. Onun için siyasi taassup, bir efsane yaratmaya ve bu sayede taraftar avlamaya mecburdur. Hülasa dini taassup, kendisine inandırmak için devletten kılıç kuvveti ve hizmeti isteyen mabedin hırçınlığı ve tecavüzcüsüdür. Siyasi taassup da omuzlara daha kuvvetle çökebilmek için bütün hareketlerini mabede alkışlatmak isteyen politikanın hırçınlığı ve tecavüzüdür.” (Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yayınları, İstanbul 1962, s. 149 vd.). Dini, siyasi, milli, mezhebi ve benzeri her türlü cemaat, tarikat türü taassupta aşırı gitmek, başkalarını küçük görüp üstünlük taslamak, Kur’ân ve sünnet bilincinin mahsulü olan güzel ahlaka aykırı düşmektedir.
Aliya İzzetbegoviç (ö. 1424/2003), Allah’ın insanları özgür ve eşit yarattığını, herhangi bir milletin de diğerinden iyi veya kötü olmadığını dile getirmiştir. Onun ifade etmeye çalıştığı gibi insanlar, devredilemez haklarla doğmaktadır ve herhangi bir otoritenin, insanları bu haklardan mahrum bırakma hakkı da yoktur. İzzetbegoviç, başka bir ifadesinde şöyle söylemiştir: “Allah, hepimizin yalnız bir tek millet olmasını isteseydi, öyle yapardı. Ama O, öyle bir şey istememiştir. Bizi kabilelere, milletlere ayırmış, karşılıklı saygı içerisinde olmamızı emretmiş, birbirimize zarar vermemizi yasaklamıştır. Allah’ın, kendimizden farklı olana saygılı olmamız ve hoşgörülü davranmamız yolundaki çağrısı, medeni dünyanın uyduğu en yüce insani çağrıdır.” (Aliya İzzetbegoviç, Tarihe Tanıklığım, trc. Alev Erkilet ve diğerleri, Klasik, İstanbul 20105, s. 545 vd).
İslâm ahlakı açısından kavmiyet soy-sop açısından üstünlük taassubu olsaydı, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ailesinde olurdu. Nitekim Yüce Allah Kur’an’da, yalnız bir adamı ismen kötülemektedir. Allah tarafından kötülenen o kişi de Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcası Ebuleheb’dir: “Ebuleheb’in elleri kurusun (yok olsun), zaten kuruyup yok oldu. Ne malı ne de kazandığı, onu kurtaramadı. O, alevli bir ateşe girecektir. Karısı da odun hammalı olarak, boynunda hurma lifinden bir ip olduğu halde (o ateşe girecektir).” (Mesed 111/1-5). Ebuleheb, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcası idi. Ancak karısı ile beraber Allah’a inanmıyor, hakka karşı çıkıyor ve Hz. Muhammed’e (s.a.v.) zararlı oluyorlardı. Bunun üzerine bu sure nazil olmuştur. Onun Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcası olması, kendisini kurtarmamıştır. O, yaptığı kötülükler nedeniyle Allah tarafından ismen kötülenmektedir ki insanlar, şu veya bu aile, kabile veya milletten olmanın, insana herhangi bir üstünlük sağlamadığını daha iyi anlasınlar. Bu sure, aynı zamanda Kur’an’ın mucize olduğunu da göstermektedir. O, bu sure nazil olduktan sonra Müslüman olsaydı, cehenneme girmekten kurtulmuş olurdu. Fakat o, inanmamakta ısrar etmiş, küfür üzere ölmüş ve Kur’ân’ın bu konuda verdiği haberin doğruluğu ortaya konmuştur. (Nurettin Turgay, Kur’ân’daki İslâm, Çıra Yayınları, İstanbul 2020, s. 52 vd).
Hor görme! İnsanı, hayvanı, bitkiyi, tabiatı, kainatı ve tüm varlıkları hor görme! Hiçbir şeyi hor görme! Çünkü Allah, hiçbir şeyi boşuna yaratmamıştır.
Herkese tüm insanlara saygı duyan, hor görerek küçümsemekten uzak güzel bir ahlak dileği ile.
Selam, saygı ve hürmetlerimle.