Dün eski bir siyasetçi ve emekli bir felsefe profesörü ile dört saatlik bir sohbetimiz oldu. Yemek eşliğinde geçen sohbet, tahmin edileceği gibi Türkiye’nin içinden geçtiği sürece odaklandı. Siyasetçinin toplumun ayrışmasından duyduğu kaygıya karşı felsefecinin iyimserliği dikkat çekiciydi. Bir bozulma yaşandığı konusunda hemfikir olsalar da bu bozulmanın vereceği sonuçlar hakkında fikir ayrılığı kesindi. Felsefeci Türkiye’nin yaşadığı modernleşmenin her şeye rağmen onu diğer Müslüman toplumlardan ayrı kıldığını, Atatürk’ün hâlâ yaşamda olduğunu vurguladı. Siyasetçi bu fikre katılmakla birlikte ciddi yıpranmaların görmezden gelinemeyeceğine işaret etti. Sorunların aşılması hususunda hukuk kurumunun sorumluluk üstlenmesi gerektiğine hükmedildi.
Cesur Hukukçular
Felsefeci cesur hukukçulara ülkenin daha önce hiç ihtiyaç duymadığı kadar ihtiyaç duyduğundan söz etti. Kurumsal olarak hukuk devrimini yaptığımızdan, anayasamızın, yasalarımızın zannedildiği kadar kötü olmadığından bahsedildi. Ancak yeterince donanımı olan hukukçuların bulunmayışının sorunların temelini oluşturduğuna işaret edildi. Eğer donanımlı hukukçular var olsaydı, bu aynı zamanda cesur hukukçuların bulunduğu anlamına gelecekti. Yürütmeye veya yasamaya boyun eğmeyen, hukukun özerkliğini toplumun yaşamsal temeli olarak çatır çatır konuşan hukukçularımız yoktu. Karar yazmasını bilmeyen hakimlerle dolmuştu adliyeler. Soruşturma açmaması gerektiği halde iddianame hazırlayıp dava açan savcılardan geçilmiyordu ortalık.
Muhakkak eğitim kurumunun da siyaset kurumunun da gerilediği günlerdeydik ama en önemli sorun hukuk kurumundaydı. Yüksek Yargı Başkanlarının yürütmenin başıyla çay toplaması bir kere yere sermişti hukukçuyu. Bu yere seriliş öyle kolay kolay tersine çevrilebilecek bir yenilgi değildi. Adeta esir olmuştu yürütmeye yargı. Savunmanın Başkanı bir kere denemişti konuşmayı ama zamanın başbakanı ona meydan okuyunca gerekli yanıtı vermemişti. Türk modernleşmesi yüzünün akıyla çıkacaksa bu süreçten, önce cesur hukukçuların ortaya çıkması gerekiyordu. Felsefeciye göre bu an meselesiydi. Muhakkak yakında cesur hukukçular konuşmaya başlayacaktı.
Başka bir kurumda ya da aktörde kurtuluşun ipuçlarını aramak nafileydi. Eğer hukuk kurumundan aktörler ortaya çıkıp konuşmayacaklarsa, kurtuluşun bir yolu yoktu. Siyasetçiye göre ise bu meselenin çözümü sanıldığı kadar kolay değildi. Toplumların değişiminde ve yenileşmesinde hukuk kurumunun önemine işaret eden yaklaşımlar yeni değil elbette. Birçok dönüşüme damgasını vurmuştur hukuk/hukukçu. Felsefecinin zor zamanların aktörü olarak hukukçuya işaret etmesi bu yüzdendi. Siyasetçinin iyi hukukçuların yetişmesi için bütün sistemin değişmesi gerektiği vurgusu bu nedenleydi. Demek ki birçok sorun konusunda fikir ayrılığı bulunan insanlar en merkezi meselenin ne olduğu konusunda hemfikirdi. En merkezi mesele hukuk meselesiydi ve diğer bütün meselelerin çözümünün de anahtarıydı.
Entelektüel Hukukçular
Hukukçunun kendisine güvenmesi gerekiyordu. Bu güvenin temelinde eğitim, liyakat vardı ve hepsinin üstünde hukukçunun entelektüelliği yer almalıydı. Demek ki entelektüellikte bir büyük erozyon yaşanmıştı. Hukukçu, kurnazlıkları akıl diye yutturmaya çalışanları gözünden anlamalıydı. Davaları sulandıran, uzatan tiplerin çarpıtmadan ve yalandan beslendiklerini kavramalıydı hukukçu ve bunun çağın hastalıklarından olduğunun ayrımına varmalıydı.
Hukukçuluğun sıradanlaşmasına izin vermeyen cesur hukukçular ortaya çıkmalıydı. Bu yakın bir zamanda gerçekleşecekti, bundan kuşkusu yoktu felsefecinin. Siyasetçi ise bu denli emin olmak için kuvvetli nedenlerin yokluğuna vurguda bulunuyordu. Siyasetçi haliyle siyaset kurumunun dönüşümüne duyulan ihtiyaçtan da söz etti. Felsefeci ne iktidardan ne muhalefetten umutluydu. Bu nedenle Türk modernleşmesinin kaldığı yerden başlamasını sağlayacak kurumun siyaset değil hukuk olduğuna inanıyordu. Hukuk kurumunun ise yapısal meseleleri öne çıkaran değil, aktör-merkezli bir bakışla yeniden düzenleneceğine inanıyordu.
Memleketin yoksulluktan eğitime, yolsuzluktan liyakatsizliğe, işsizlikten pahalılığa uzanan devasa sorunlarının çözümünde önceliği hukukçuya veren bir yaklaşım üzerindeki uzlaşı dikkate değerdi. Kültürel olarak ayrışmış, kutuplaşmış bir bağlamda önceliğin ağırlıklı olarak ekonomiye atfedilmediği bir toplumda felsefecinin ve deneyimli eski siyasetçinin hukukçuya sorunun çözümü için işaret etmesi kanımca anlamlıydı. Belki siyasette aktör arayışını ya da belki de ekonomik aktörlerin yeniden yapılanmaya yapacakları katkıyı öne çıkarmak isteyenler olacaktır. Ama çözümde öncelik felsefecinin ve siyasetçinin dediği gibi cesur hukukçuda görünüyor.
Bakalım cesur hukukçular felsefecinin dediği gibi yakında konuşmaya başlayacaklar mı?