Konuyla ilgili Hayri Kırbaşoğlu’nun “sünnetin delil değerini” ortaya koyarken yaptığı bazı tespitlerini aktararak hem meselenin hem de mezkûr âyetin doğru anlaşılmasına katkı sağlamaya çalışalım.
Sünneti delil olmaktan çıkarma amacıyla başvurulan âyetlerden biri de “Hüküm ancak Allah’ındır!” mealindeki âyettir. Geçmişte Haricîlerin de slogan olarak kullandığı bu âyet, Kur’an’da üç yerde geçmektedir. Bu âyete bakarak “hüküm verme yetkisinin sadece Allah’a ait olduğu, O’nun dışında kimsenin dinde hüküm koyma yetkisine sahip olmadığı, binaenaleyh Hz. Peygamber’in de Kur’ân dışında hüküm koyamayacağı” öne sürülmekte ve buradan “sünnetin kaynak ve delil olamayacağı” sonucuna ulaşılmaktadır.
Kanaatimizce bu şekilde bir mantık yürütmek isabetli değildir. Dolayısıyla meseleyi anlamak için yapılması gereken ilgili âyetleri biraz daha yakından incelemek olacaktır.
“Hüküm ancak Allah’ındır!” ibaresinin geçtiği ilk âyetin meali şöyledir:
“De ki: Ben, Rabbim’den gönderilen açık bir delile dayanıyorum. Halbuki siz onu yalanladınız. (Bilgisizliğiniz yüzünden) hemen gelmesini istediğiniz (azabı getirmek ise) benim elimde değildir. Çünkü hüküm ancak Allah’ındır! O, doğruyu haber verir; O hüküm verenlerin en yücesidir.” (el-En’âm, 6/57).
Açıkça görülmektedir ki âyet, “genel anlamda yasama yetkisine” kimin sahip olduğu kimin de olmadığı konusuyla ilgili değildir. Konu, müşriklerin Hz. Peygamber’i susturmak amacıyla ortaya attıkları “kendilerine azabın hemen gelmesi isteğinin gerçekleşmesinin Hz. Peygamber’in elinde değil Yüce Allah’ın elinde olduğuyla” alakalıdır. Nitekim bu husus, yukarıdaki âyetten kolayca anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu âyetin mezkûr konuda delil olarak kullanılması isabetli değildir; zira böyle yapmak âyetin manasını çarpıtmak/saptırmak/zorlamak anlamına gelecektir.
“Hüküm ancak Allah’ındır!” ibaresinin geçtiği ikinci âyet ise şöyledir:
“Allah’ı bırakarak taptığınız şeyler, sizin ve atalarınızın taptıkları (bir takım düzmece) isimlerden ibarettir; (yoksa) Allah onlara bir güç (veya ilah olduklarına dair delil) indirmemiştir. Halbuki (neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda) hüküm ancak Allah’ındır! O ise, kendisinden başkasına kulluk etmememizi emretmiştir. İşte dosdoğru olan (tek) din de budur; fakat insanların çoğu (gerçeği) bilme(k için kafa yormak/öğrenmek istem)ezler.” (Yusuf, 12/40).
Bu âyetin içinde yer aldığı âyetler grubu bütünlük içerisinde ele alınacak olursa, âyetlerin “sünnetin otoritesi” konusuyla hiçbir alakasının olmadığı rahatlıkla görülebilir. Zira bu âyetteki sözler, Hz. Yusuf tarafından zindandaki arkadaşlarını şirkten kurtarmak amacıyla söylenmiş sözlerdir.
Görüldüğü üzere âyetin siyak ve sibakı, “Hz. Peygamber’in otoritesiyle ilgili” değil, “şirkin yanlışlığı ve uluhiyetin sadece Yüce Allah’a mahsus olduğuyla” alakalıdır. Hâl böyle iken bu âyeti bağlamından kopartıp/ siyak ve sibakından çıkartıp, ele aldığı/işlediği temayı göz ardı ederek, “sünnetin otorite olamayacağına kanıt olarak ileri sürmek” âyetin manasını saptırmak anlamına gelecektir ki, bunun hiçbir şekilde kabul edilebilmesi mümkün değildir.
“Hüküm ancak Allah’ındır!” ibaresinin geçtiği üçüncü âyet ise şöyledir:
“Sonra (Yakub) şöyle dedi: ‘Ey oğullarım! (Şehre) aynı kapıdan girmeyin, (yabancı bir ülkede gereksiz yere dikkatleri üzerinize çekmemek ve beklenmedik entrikalara kurban gitmemek için) ayrı ayrı kapılardan girin. Fakat yine de ben sizi Allah’tan gelecek hiçbir şeye karşı koruyamam. Çünkü hüküm ancak Allah’ındır! Ben O’na güveniyorum; (O’nun varlığına inanan) ve bir şeye güvenmek isteyenler de (sadece) O’na güvensinler.” (Yusuf, 12/67).
Görüldüğü üzere hem bu âyet hem de bu âyetin öncesi ve sonrasındaki âyetler, Hz. Yakub’un oğullarına yaptığı nasihatlerle ilgilidir. Hz. Yakub, Mısır Meliki’nin huzuruna nasıl çıkacaklarını çocuklarına anlatırken şayet başlarına beklenmedik bir olay gelecek olursa artık bunun Allah’ın takdiri olduğunu ve kendisinin bu durumda hiçbir şey yapamayacağını ifade etmek amacıyla bu sözleri söylemiştir. Dolayısıyla söz konusu âyetlerin “sünnetin otoritesinin tartışılmasıyla zerre kadar alakasının olmadığı” açıktır.
Bütün bunlar bir yana, zikredilen âyetlerin delil olarak kullanılması bir an için doğru farz edilse bile, “tüm bunlardan sünnetin otorite olamayacağı sonucunu çıkarmak” kesinlikle mümkün değildir. Çünkü “Hüküm ancak Allah’ındır!” demek, “Allah Teâlâ, ihtiyaç duyduğumuz ve karşılaşabileceğimiz her konuda detaylı hükümleri tek tek göndermiştir/açıklamıştır” demek değildir. Aksine “Hüküm ancak Allah’ındır!” demek; “hüküm vermede başvurulması gereken temel ilkeleri ve değerleri belirleme yetkisi sadece ve sadece Yüce Allah’a aittir” demektir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in bu ilkeleri göz önünde bulundurarak, Kur’ân’da açıkça çözümü bulunmayan konulara çözüm getirmesi, Anayasaya uygun yasalar yapması “Hüküm ancak Allah’ındır!” ilkesine kesinlikle aykırı değildir.
Görüldüğü üzere uyulması gereken yegane kaynağın Kur’ân olduğunda şek ve şüphe yoktur. Ancak bu, vahiy dışında hiçbir bilgi kaynağı bulunmadığı, bulunsa bile ona tabi olmak gerekmediği anlamına gelmemektedir. Çünkü Kur’ân’ın lafzî anlamıyla yetinerek insanlığın karşılaşacağı bütün meselelerin çözülebileceğini düşünmek safiyane/sefihane bir yaklaşım olur. Bu yüzdendir ki, sadece Kur’ân’ın değil sünnetin bile karşılaşılan yeni problemlere hazır çözümler sunmadığı dönemlerde “kıyas, istihsan, maslahat, kamu yararı gibi ictihad teknikleri” kullanılmıştır/uygulanmıştır.
Özellikle günümüze gelindiğinde Kur’ân’ın lafzî manasının karşı karşıya bulunulan yeni ihtiyaç ve problemlere cevap vermede yeterli olabileceğini düşünmek hiç de gerçekçi bir yaklaşım olamaz. Bu durumda yapılması gereken yegane şey, Kur’ân’ın âyetlerinin lafzî yorumunun ötesine geçip, âyetlerin lafzî anlamlarının altında/arkasında yatan ilke, amaç, maksat, gaye ve hedefleri tespit etmek ve bunlar doğrultusunda kendi ictihadlarımızı özgürce ortaya koymaktır. Bir anlamda bu, Kur’ân’da aynen bulunmayan çözümlerin bizim tarafımızdan ortaya konulması demektir ki, bugüne kadar aklı başında hiçbir kimsenin buna itirazı olmamıştır. Dolayısıyla mü’minlere tanınan bu yorum/ictihad yetkisine Hz. Peygamber de öncelikle sahiptir ve onun sahih sünneti Müslümanlar için vazgeçilmez temel kaynaktır.
Hulasa, kamil bir mü’minin insafı elden bırakmadan düşünmesi ve kendine tanıdığı Kur’ân’ı yorumlama yetkisini en azından Hz. Peygamber’e, bir başka ifadeyle onun sahih sünnetine de tanıması, Müslümanların başta gelen meziyetlerinden biri olan “dürüstlüğün/tutarlılığının/ilkeli olmanın” tabiî bir gereğidir. (M. Hayri Kırbaşoğlu’nun buraya kadar aktardığımız görüşlerinin ayrıntıları için bakınız. İslâm Düşüncesinde Sünnet Eleştirel Bir Yaklaşım, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1999, s. 137-139, 143-144).
Sonuç olarak, “Hüküm ancak Allah’ındır!” âyetini keyfî olarak yorumlayan herkes büyük bir yanılgı içindedir. Geçmişte bu yanlışı Haricîler yapmıştı; görünen o ki, söz konusu “damar” (Neo-Selefîler/Neo-Haricîler/Neo-Vehhabîler) varlığını günümüzde de hâlâ canlı bir şekilde sürdürmekte ve benzer söylemleri tekrarlayarak yandaş/taraftar/mürid/kurşun asker toplamaya devam etmektedir. Bu tür popülist ve ucuz söylemlere kanarak/inanarak, din kardeşlik bağlarını koparanlar/parçalayanlar, ümmeti tefrikaya düşürenler sadece kendilerine yazık etmekle kalmayacaklar, peşlerinden sürükledikleri sefihleri/gafilleri/aşkınları/ahmakları da kendileriyle beraber cehenneme götüreceklerdir. Ayrıca hem bunlar hem de bu tür basit söylemlere inanarak ahirette kazançlı çıkacağını zannedenler kendilerini savunamayacak, kaybettiklerini anladıkları o gün ise sergiledikleri “sözde” pişmanlıkları onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır.
1 yorum
Bu güzel yazıyı bizimle buluşturduğunuz için tüm okurlarınız adına teşekkür ederim iyi yayınlar