Varlık olmak bakımından tüm varlık türleri, mahiyetleri itibarıyla mukavvim ve mümeyyiz unsurlardan müteşekkil olmaktadır; cemadat, nebat, akılsız ama canlı varlık hayvanlar, hayvân-ı nâtık tanımıyla akıllı varlık insan… Varlık türleri mukavvim unsurlarıyla vücut ve tahakkuklarına kavuşurken, mümeyyiz vasıfları ile diğer türlerinden ayrılmaktadır. Ayrıca mümeyyiz vasıflarıyla da aynı tür içerisindeki kendi sınıfları arasında birbirlerinden temyiz edilmektedirler.
Mukavvim Unsur
Bir nesne, bir canlı veya kültürel bir varlık; muhtelif mukavvim unsurların birleşiminden oluşmaktadır. Mukavvim unsurlar bir şeyin mahiyetine ilişkin olup, söz gelimi bir üçgen birbirini destekleyen üç köşe, üç doğru parçası ve üç açıdan oluşan mahiyetten oluşmaktadır. Bir köy, bir şehir veya bir mahalle; plastik planda çarşı, pazar, mabed ve makberden oluşurken insanî planda fert, aile, yöneten-yönetilen, öğrenen-öğreten, esnaf ve tüccar gibi ünitelerinden teşekkül etmektedir.
Mümeyyiz Unsur
Bu anlamda yeryüzü macerasına bilfiil canlı olarak başlayan insanın diğer türlerden ayrımı yakın faslı (bilkuvve) nâtıklık üzerinden olmaktadır. Düşünen canlı olarak tanımına kavuşan insan, zatî ve özsel faslı olan bilkuvve nâtıklığını bilfiilliğe çevirdiği oranda ehliyet derecesini kademe kademe artırmakta ve bu artış onun hukukî kişiliğinin gelişimine işaret etmektedir. Ehliyet gelişimine paralel olarak sosyal ilişkilerde liyakat gelişimi aranmakta ve insanın hukukî gelişim süreci mümeyyiz, âkil, bâliğ ve râşid olmak gibi niteliklerle nihayete ermektedir. Şeyler mukavvim vasıfları ile gerçekliğe kavuşurlar, mümeyyiz vasıfları ile diğer gerçekliklerle aralarına çizgi çekerler ve vasf-ı mümeyyizleri ile de aynı gerçeklik içerisindeki birbirlerinden temayüz ederler.
Yetişmişlik Ölçütü Olarak Mümeyyiz Vasıf
Bilkuvve düşünmek insanın mukavvim cüzü olurken, bilfiil düşünmek insanın faslı mümeyyizidir. Yani bilkuvve düşünmek insan tekinin tabiatı gereği olurken, bilfiil düşünmek onun tabiatını aşan bir çabaya sahiptir. Bir şeyin bizim tabiatımız olması zatımızda mündemiç ve pasif bir hale işaret ederken, bilfiillik halimiz ise aktif durumumuza işaret eder. Bu demektir ki bilfiil düşünen, üreten, çalışan ve say-ü gayret eden tarafımız, bizi diğerlerinden ayırt eden yetişmişlik ölçütümüzdür. Salt tabiatımız olmayı aşan bilgi, keşif, vukufiyet ve tecrübe gibi nitelikleriyle insan; yetişmiş insan ahlakına sahip olacaktır. Böylece yetişmişlik ve yetkinlik nitelikleri verili bir bahş olmaktan çıkarak insanın iradî bir tutumu olmaya doğru yol alacaktır.
Kabiliyetlerin keşfi insanın insanla, medeniyetin rakip medeniyetle, kültürün öteki kültürle buluşması ve karşılaşması sonucu ortaya çıkacaktır (İbn Kutluboğa, Hülâsatü’l-efkâr, 1413, 117). Yetkinlik niteliğinin ölçütü, iki yetkinliğin birbirine nispetleri ile olacaktır. Hiçbir yetenek ve nitelik tek başına bir şey ifade etmeyecektir. Siyasî, askerî ve iktisadî tüm nitelikler ancak birbirlerinin karışımı, karşılaşımı ve etkileşimi ile anlamlı bir bütün oluşturacaktır.
Hüner mi Güher mi?
İnsan ve toplum hayatının kolektif bir bütünlük içinde öngörülür bir nizama kavuşması hususu, devlet adamları başta olmak üzere toplumun düşünen kesimlerini de meşgul etmiştir. Ahlaklı, edepli, hikmetli, merhametli, emniyetli, hünerli, hoşgörü ve huzurlu bir toplumun inşası kadar devamı da önemlidir (İbn Kutluboğa, Hülâsatü’l-efkâr, 1413, 117). Bir şeyin devam ve bekası o şeyin varlığından daha az önemli değildir. Yaşatıp idame ettirmek, inşa etmek kadar hayatî bir ehemmiyete haizdir.
Bu anlamda Fatih’in babası olan II. Murad’ın emri ile Mercimek Ahmet tarafından tercüme edilen Kabusnâme’nin yerinde ifadesi ile “hüner (yetkinlik, nitelik, ustalık, yetişmişlik, maharet, hirfet, hazakat) (Şemsettin Sami, Kâmus,1513) artırmak güher (altın, gümüş, para) artırmaktan yeğ” olmaktadır. Nitekim hünerli olmak gölgesi olmak demektir; hünerli insan gölgeli ağaç gibi herkese faydası olandır. Hünersiz adam gölgesiz ağaç gibidir. Elbette güher de önemlidir, hünerin yoksa bari güherin olmalıdır. İnsan, hüneri olmasa da güheri varsa toplumda güheri sayesinde saygı görebilir. Buna mukabil toplum hem hüneri hem de güheri olmayan insana sanki adem/yokmuş gibi muamele eder. Dolayısıyla insan, şerefini “akıl ve edebi” ile elde eder, yoksa “asıl ve nesebi” ile değil! İnsanın aslı ve nesebi anasından ve atasından gelir. Bu demektir ki insan, anası ve atasından tevarüs edegelen “ad”ı ile yetinmemelidir. Buna mukabil bizzat kendi emeği ile elde ettiği adı ve şanı ile iftihar etmelidir. Kişi, anasından ve atasından Ahmet, Mahmut, falan ve filan ismini alır. Sonrasında kendi kazanımı ile âlim, hâkim, üstad veya hünermend olur. Güher, atadan tevarüs edegelen aslî olan hünerdir; buna mukabil arzulanan hüner kesbî olan hünerdir. Bir kişide bu iki hünerden birisi mutlaka bulunmalıdır. Doğrusu kişinin hem asilzâde hem hünermend olmasıdır. Bu iki hususa sahip olan kişi hem kendisine hem tüm halka yararlı kimsedir. (Mercimek Ahmet, 1966, 34)
Nitelikli İnsan Olmak Farz-ı Ayn, Nitelikli İnsan Yetiştirmek Farz-ı Kifayedir
Müslüman bilinç gereği, bir mükellefin tüm fiilleri bir şekilde ilahî olanla veya bir diğer ifade ile muradî ilahi ile ilişkilendirilir. Bu demektir ki gündelik hayatın akışında gözle görülür elle tutulur bir alana taalluk etmese dahi insanın tebessümü, verdiği selam ve yapmış olduğu mübah davranışların hepsi “teklîf” kapsamında değerlendirildiği için bir anlam ve amaçlılık içerir. Dolayısıyla hukukî bir nitelik ifade eder: Farz-ı ayn, farz-ı kifâye, mübah…
Mükellefe dâreyn saadetini bahşedecek farz-ı ayn ilim ve meslekler bireyin kendisini inşa ederken (https://tafsir.app/albaydawee/2/148), farz-ı kifaye ilimler daha çok dünyevî işlerin kıvamda yürümesine katkı sağlarlar. Örneğin tıp ilmi insan hayatının maddî ve manevî yönden sağlıklı olmasını sağlarken, hesap ilmi insanî mübadelelerin akışının sağlıklı zeminde yürümesine ve yine miras ilmi, zekât vb. muamelelerin hesaplanmasını sağlar. Dolayısıyla nitelikli insan yetiştirme ödevi olan farz-ı kifaye ilimleri ikame edecek bireylerden yoksun bir ülkede insanların günlük hayatları sağlıklı yürümez. Bu anlamda sanat ve zanaat dalları da farz-ı kifaye bağlamında olup bunlardan yoksun bir beldede işler sağlıklı olmaz. Ziraî faaliyetler, dokuma, siyaset, hacamat (sağlık) ve terzilik vb. sanatlardan yoksun toplumsal bir hayat tasavvuru zor olacaktır. Çünkü bu tür ilimlerin alt şubelerine ulaşacak ve alt şubelerini inşa edecek şekilde o ilimlerde derinleşmek farzı kifayenin ötesinde aynı zamanda fazilet olarak değerlendirilmektedir (Gazzâlî, İhyâ, 1/13). Ölünün teçhiz tekfini, namazın kılınması, tıp, vatan savunmasına yönelik uzmanlık alanları, hesap ve harp tekniği gibi ferdi aşan toplumla alakadar olan sosyal sorumluluk görevleri farzı kifayedir (Bilmen, 1986, 58, 305, 574).
Toplumun Şubelendirilmesi Bağlamında Yetişmiş İnsan Sorunu
İnsanlık tarihinde toplumun şubelendirilmesi üzerine kafa yoran birçok filozof, düşünür ve İslam bilginleri bulunmaktadır. Bunlardan birisi de İslamî entelektüel hayata damgasını vurarak kendi sonrası düşünce hayatının akışını belirleyen ve Huccetulislâm olarak nitelenen İmam Gazzâlî’dir. O hem bu işlere kafa yormuş hem de bir sistem önerisinde bulunmuştur. Ona göre vakıa olarak insanın faydaları hem dünyevî hem uhrevîdir. Aklî bir çıkarım olarak ifade edilebilir ki dünya nizamı olmadan dinin muntazaman yaşanması da mümkün değildir. Dünyada var oluş amacımız ahiret hayatına hazırlıktır. Ahirette anlam bulacak ve bir değer ifade edecek fiillerimiz ancak insanın insana temasıyla ve yardımlaşmasıyla mümkündür. Nitelikli bir uhrevî hayat, nitelikli bir dünyevî hayatla mümkündür. Öyle ise nitelikli bir dünya hayatı için emek, sanat ve zanaat zorunludur. Bunların olmadığı bir dünya hayatı sağlıklı yürümez. Dolayısıyla emek, sanat ve zanaat alanlarının dikey bir hiyerarşi ve yatay bir kesişimle ele alınması gereklidir. Bu durumda birinci olarak kök meslek ve zanaat, siyasi etkinliktir. Sonrasında insan hayatının temel üç etkinliği olan yeme içme, giyinme ve barınma gelir. Bu üç etkinliğin kıvamda yürümesi için ziraat, dokumacılık ve inşaat meslekleri gereklidir. Bu üç alan yatay olarak birbirleriyle ilişkili halde iken, dikey olarak üstten alta doğru yeni etkinlik alanları ile birbirini hem destekler hem de şubelendirir. Birisi diğerini ikmal/mükemmilât ve itmam/mütemmimât edici rol üstlenir. Elbette yiyecek temini için rençberlik, giyecek temini için dokumacılık, mesken temini için inşaatçılık doğal sürecinde yol alacaktır. Sonrasında her bir ana başlık alt kollarını icat edecektir. Örneğin ziraatçılık değirmenciliği, dokumacılık modacılığı doğuracaktır. Yazıdan matbaacılığa ve modern baskıcılığa ve online yayına, dülgerlikten doğramacılığa, boyacılıktan nakkaşçılığa, demircilikten silah yapımcılığına, tabiplik ve baytarlıktan cerrahlığa, değirmencilikten dokumacılığa, dokumacılıktan kumaş boyacılığına ve terziciliğe, terzicilikten konfeksiyon ve modacılığa vb. sektörlere geçiş sağlanacaktır. Böylece nitelik, alt niteliklerini inşa edecek ve meslekî çeşitlilik tahakkuk edecektir. Bir yönden toplumun zarurî ve hâcî gereksinimleri görülürken diğer taraftan toplumun etik ve estetik ihtiyaçları görülecektir. (Gazzâlî, İhyâ, 1/12-13; Köksal, A. Cüneyd, Fıkıh ve Siyaset, 66, 67).
Sonuç
Sonuç olarak yetişmiş insan gücü, fert ve toplum üzerinde self iradî davranış olarak bir sorumluluk projesidir. Birey ve toplum verili mukavvim unsurlarını aşarak, insanın irade ve kesbine işaret eden vasfı mümeyyizini ortaya koymaya memurdur. Bu görev, bir din ve medeniyete sahip olan toplumun kendi dünya görüşünün siyasî, ictimaî, iktisadî ve ahlakî vasf-ı mümeyyizlerini diğer dünya görüşlerine karşın ibraz etmeyi ve bir hayli zamandır gerisinde kaldığımız ithamında bulunulan medeniyet yarışında öne geçmeyi zorunlu kılar. Yeryüzünün en son ve en genç dininin mensupları olarak aslında yetişmiş ve nitelikli insan ödevi, kendimize özgülenmiş fayda ve çıkarı aşarak insanlığa karşı hayırlı ümmet olma sorumluluğunu da içermektedir. Nitekim klasik hikmet felsefemize göre insan üç türlü yaşam felsefesine sahiptir: Hazz, fayda (çıkarcı yaşam) ve hayr (sadece iyilik için yaşam). Bu üç tür yaşam felsefesinin önemi birbirini takviye etmesi şartıyla yadsınamaz bir gerçektir. Ne var ki bedensel hazları aşan, biyolojik, fizyolojik ve sosyolojik çıkarları öncelemeyen bilakis hazzı ve faydayı aşarak salt iyilik için yaşam asıl yaşam budur. Bir toplum fertleri, kendilerine atalarından tevarüs eden kazanımlarla yetinmemeli ve bu kazanımları bir adım ileriye taşıyabilecek yeni beceri ve emeklerini topluma hediye etmelidir.
Niceliğin egemenliği kadar niteliğin önemine, kemmiyetin belirleyiciliği kadar keyfiyetin kıymetine, mütekavvim cüzler kadar mümeyyiz vasıfların belirleyiciliğine odaklanmalıyız.
Nihai tahlilde her bir şey; bir terkip, bir ahenk, bir düzen içerisinde kıvamına ulaşır. Tikelden tümele, tümelden tikele, tikelden tikele; belirli bir perspektif, öngörülmüş bir akıl ve kazanılmış bir tecrübenin ışığında ancak yetişmiş insan gücü ile mücehhez bir millet ufkunu elde edebiliriz.