Hz. Peygamber’in “âlemlere” rahmet olarak gönderildiğinde hiçbir şüphe yoktur. Onun “âlemlere” rahmet olarak gönderildiğini haber vere âyet-i kerime şudur:
“(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. De ki: “Bana yalnızca, tanrınızın tek bir Tanrı olduğu vahyedildi; o halde artık O’na boyun eğecek misiniz?” Eğer yüz çevirirlerse, de ki: “(Bana emrolunan Kur’ân’ı ayırım yapmadan) size eşit olarak bildirdim. Tehdit edildiğiniz şey yakın mı yoksa uzak mı, bilmiyorum.”[1]
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber son elçidir ve onun getirdiği ilahî mesaj tüm insanlığa “rahmet olmayı” beklemektedir.
İslam âlimleri arasında tartışılan konulardan biri de bu “âlemler” kelimesiyle kast edilenin “hangi âlemler” olduğudur.
Acaba Hz. Peygamber “insanlar âleminin” mi yoksa “cinler âleminin” mi peygamberidir? Yoksa her iki âleme birlikte gönderilen ve her iki tarafa da “üsve-i hasene” olmayı “bir şekilde” başaran bir elçi midir?
Kur’ân’a bakıldığında yeryüzünde gezip dolaşanların melekler olması halinde onlara “melek peygamber” gönderileceği açıkça haber verilmektedir.
“De ki: “Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine) yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.”[2]
Görüldüğü üzere yeryüzünde yaşayan “insanlar” olduğu için onlara kendi içlerinden, anladıkları dili konuşan, model alabilecekleri “insan peygamberler” gönderilmiştir. Zira âyet-i kerime bu gerçeği şöyle haber vermektedir:
“Biz, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik ki onlara (Allah’ın buyruklarını) iyice anlatsın. Allah, (sapmayı) dileyeni sapıklık içinde bırakır, (doğru yolda kalmayı) dileyeni de doğru yola iletir. O, mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”[3]
Dolayısıyla tüm bu âyetler ortadayken Hz. Muhammed’in “cinlerin de peygamberi” olduğunu söylemek ne kadar ikna edici olabilir? Bu bakımdan bu düşüncede olanların ve bunu ısrarla savunanların “akla gelen şu sorulara” mukni cevaplar vermeleri gerekir:
Başka bir evrende/boyutta yaşayan, insanlar gibi imtihan edilen, “ateşten yaratılmış” cinlerin “topraktan yaratılmış Hz. Peygamber’i” her konuda kendilerine örnek alabilmeleri nasıl mümkün olmuştur?
Hz. Peygamber, dünyada risalet görevini yaptığı 23 yıl içerisinde ateşten yaratılan bu cinlerle nasıl ve ne gibi bir temasa geçmiştir ve onlarla hangi sıklıkla görüşmüştür?
Mesela her gün onlara da örnek olmak için dünyadaki görev yerinden ayrılarak “ateşten yaratılmış cinlerin bulunduğu evrene” gidip onlarla birlikte yaşamış mıdır?
Orada kaç gün kalmıştır?
Cinlerin yaşadığı o evrende ne gibi tepkilerle karşılaşmıştır?
Onun peygamberliğini reddedip ona eziyet edenler olmuş mudur?
Onlarla anlaşma konusunda herhangi bir dil problemi yaşamış mıdır?
Onlara mucizeler göstermiş midir?
Cinler onun peygamberliğini kabul etmişler midir?
Etmişlerse bu ne kadar süre içerisinde gerçekleşmiştir?
“Allah ölümlü bir insanı mı peygamber olarak göndermiş?” diye onunla alay etmişler midir?
“Hz. Muhammed ile beraber bir melek gönderilseydi ya!’ demişler midir?
Hz. Peygamber onları tezkiye etmek için kitabı okuyup, hikmeti öğretmiş midir?
Ona iman eden cinlere namazı, haccı, zekâtı, orucu vs. ibadetleri öğretmiş midir?
Öğretirken bu dünyadaki görevi ne olmuştur?
Hz. Peygamber cinlerle birlikte yemek yemiş, onların çarşı ve pazarlarında dolaşmış mıdır?
Hz. Peygamber cinlerle birlikte cihada katılmış mıdır?
Kâfir ve müşrik cinlerle savaşmış mıdır?
Bu gibi konularda Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnet Müslümanlara neler söylemektedir?
Tüm bu sorulara muknî cevaplar veremeyenlerin İsrailiyât, Mesihiyât, Mecusiyât, mitoloji, efsane, masal, hikâye ve mevzû hadislere sarılmaları, bunlara dayanarak Kur’ân ve hadisleri tefsire kalkışmaları ve yanlış sonuçlara ulaşmaları elbette kaçınılmazdır.
Bu gibi önemli mevzular üzerinde yıllarca kafa patlatmayan, beyin fırtınası yapmayan, ciddi ve güvenilir İslam âlimleri yetiştirmeyen, duydukları her yanlış bilgiyi “din” diye anlatan/savunan, yanlış ve hatalı yorumları “değişmez hakikat” zanneden, eksik araştırmaya dayalı hatalı içtihatları ümmete “icma” diye dayatan hocaların kendilerine çeki düzen vermelerinin zamanı gelmiş hatta geçmektedir.
Bu bakımdan Kur’ân’da geçen “âlemîn” kelimesi üzerinde detaylı araştırma yapmadan gelişigüzel konuşanların, çalakalem yazanların çok dikkatli olmaları gerekir.
Bu girişten sonra şunu ifade edelim ki, Arapça’da “âlemîn” kavramı genellikle “birbirini takip eden nesiller, kuşaklar” ve “aynı çağı paylaşan insan toplulukları” için kullanılır.
Dolayısıyla Kur’ân’da geçen “âlemîn” kelimesi bağlamına göre farklı anlamlara gelir. Kur’ân’da geçen bu kelimeye her gördüğü yerde “âlemler” anlamını vermek “açık, net ve anlaşır” değildir. Müfessirler bu kelimeyle kast edilenin ne olduğunu açıkça yazmak zorundadır. Dinî sunum yapanların da bu gerçeğin peşinde olmaları boyunlarının borcudur. Onlar aldıkları parayı/maaşı hak ettirmek istiyorlarsa ümmete doğru bilgi vermek mecburiyetindedir. Araştırma zahmetine katlanmaksızın gelişigüzel bir şekilde kelimeyi her gördükleri yerde “âlemler” diye tercüme eden ve insanları yanıltanlar “eksik inceleme sonucu” hatalı karar verdikleri için “kesinlikle” sorumlu olacaklarını bilmelidir.
Zira böyle bir içtihat eksik/hatalı bir içtihattır, şartları yerine getirilmemiştir ve konu çok yönlü irdelenmemiştir. Dolayısıyla aceleye getirilmiş noksan araştırmayı, tercümeyi, tefsiri, vaazı, TV konuşmasını, konferansı, tebliği, ilmî makaleyi ve kitap çalışmasını ortaya koyduktan sonra “içtihat ettiklerini düşünüp, yanılsalar bile “bir sevap” alacaklarını umanlar/zannedenler” kesinlikle ahiret günü büyük bir veballe karşı karşıya kalacaklardır.
Bu nedenle yaptığı işi temiz, titiz, düzenli, planlı, programlı, bir kural/usûl/sistem içinde yapmayanlar kesinlikle sorumlu olacakalrını bilmelidir. Çünkü bu zamana kadar yapılmış pek çok tefsir ve mealde “âlemler” şeklinde açıklanan kelimeyi okuyanlar buradan çok yanlış sonuçlara ulaşmaktadır. Dinî bilgisi yetersiz, saf ve iyi niyetli okuyucular da bu “âlemler” ile kast edilenin “cinler âlemi” olduğu teviliyle karşı karşıya kaldıklarında ne yapacaklarını şaşırmakta, eleştirel düşünceden yoksun olan büyük çoğunluk çaresizlik içinde bu tür yorumlara itibar edip inanmakta, İslam’ı yanlış tanıyıp tanıtma vebalini üstlenmektedir. Dolayısıyla insanları yanıltmanın ağır sorumluluğunun farkında olmayanların ehil olmadıkları konularda konuşmamaları ve doğruluğu ciddi delillerle ispatlanmamış malumatları millete “din” diye “din adına” savunup anlatmamaları gerekir.
Bütün bu değerlendirmelerden sonra şu ifade edilebilir: “Hz. Peygamber’in âlemlere rahmet olması” demek; onun “kendi çağında yaşayanlara ve ondan sonra gelecek tüm insanlık ailesine” rahmet olması demektir. Onun rahmet olması ise getirdiği son kutsal kitap Kur’ân’ın dünyadaki bu insan topluluklarına doğru temsil ve tebliğ edilmesiyle mümkün olabilir. Dolayısıyla mezkûr âyette geçen “âlemler” ile kast edilen “başka bir evrende, başka bir boyutta yaşayan, dünyaya gelebilmeleri kesinlikle imkânsız olan, insanlar gibi imtihan edilen[4] kendi içlerinden çıkmış peygamberleri ve kutsal kitapları bulunan[5] mahşer günü hesaba çekilecek[6] ve hak edenleri cennete, sapıtanları ise cehenneme atılacak olan[7] cinlerinyaşadıkları âlem/evren/boyut” değildir.[8]
Bu itibarla, Hz. Peygamber’in elçiliği (insanlığa rahmet olması), “sadece bu dünyada” yaşayan ve gelecekte de yaşayacak olan “dil, ırk, renk gözetmeksizin tüm insanları” kapsamaktadır. Çünkü İslam evrensel ve ebedidir. Yani tüm insanlık için kıyamete kadar geçerli olacak tek hak din İslam’dır. Diğerlerinin tamamı batıldır. Hz. Peygamber, kendisine vahiy ulaşıp da onun ışığıyla aydınlananlar için bilfiil rahmet, kendisine henüz vahiy ulaştırılmamış olanlar için de bilkuvve (potansiyel) rahmettir. Onun getirdiği mesajı tüm insanlığa dosdoğru bir şekilde tanıtmayarak “hayırlı ümmet olma vasfının”[9] gereğini yerine getirmeyen Müslümanlar büyük bir vebal üstlenmişlerdir.
Sonuç olarak, mezkûr âyette geçen “âlemîn” kelimesiyle kast edilen, “dünyada birbirini takip eden nesiller, kuşaklar” veya “aynı çağı paylaşan, farklı kıtalarda yaşayan insan topluluklarıdır.” Bir başka ifadeyle “kıyamete kadar gelecek dili, rengi, ırkı farklı her insan topluluğu Kur’ân’a göre bir âlem”dir. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber’in getirdiği mesaj tüm insanlık için bir rahmettir. Hz. Peygamber’in son elçi olarak görevlendirilmesinin ve mesajının evrensel olmasının anlamı da budur. Hz. Muhammed, tüm insanlığa rahmet olacak Kur’ân’ın ilkelerini kavmine tebliğ ve tebyin etmiş ve “üsve-i hasene” olmayı başarmıştır. Hz. Peygamber’den sonra bu görev ümmet-i Muhammed’e kalmıştır. Henüz “bu dünyadaki insan topluluklarına (yani âlemlere)” karşı görevlerini yerine getirmeyen ümmet-i Muhammed’in sıkılmadan, utanmadan ve kendilerinden oldukça emin bir şekilde “sırf Hz. Peygamber ile kuru kuruya övünebilmek” için “onun başka bir boyutta imtihan edilen cinlerin de peygamberi olduğunu” söylemeleri züğürt tesellisidir ve kanaatimizce son derece yanlıştır. Müslüman olmanın “sorumluluk almak” olduğunu unutanlar bu hatalı durumlarını yeniden gözden geçirmek durumundadır. Bu gibi tipler artık bilmedikleri konularda ahkâm kesmeyi bırakmalı, sağlam muhakeme ışığında üretilmiş sahih ve güvenilir dinî bilgilere itibar ederek konuşmalıdır. Zira böyle yapmaları hem “kendileri” hem de “tüm insanlığın” yararına olacaktır.
[1] el-Enbiyâ 21/107-109.
[2] el-İsrâ 17/95.
[3] İbrahim 14/4. Ayrıca bkz. el-Bakara 2/129, 151; Âl-i İmrân 3/164; en-Nahl 16/113; el-İsrâ 17/15; el-Mü’minûn 23/44; Rûm 30/47; el-Cum’a 62/2; et-Talak 65/11.
[4] el-En’âm 6/128, 130; el-A’râf 7/179; es-Saffât 37/158; el-Fussilet 41/25; ez-Zariyât 51/56.
[5] el-En’âm 6/130.
[6] er-Rahman 55/31.
[7] el-A’râf 7/38, 179; er-Rahman 55/39.
[8] Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Emin Seyhan, “Envâru’l-Âşikîn’de Bulunan Bazı Hadislerin Müslümanların Dinî Anlayışlarına Etkileri Üzerine”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum, 39 (2013), 167-172.
[9] el-Bakara 2/143; Âl-i İmrân 3/110; el-Hac 22/78.