Son dönemlerde gerek meslektaşlarımdan gerekse öğrencilerimden duyduğum ilginç bir cümle var:
- Şöyle bir konuda bir makale yazsak Q1 bir dergide yayımlatabilir miyiz?
Başlangıçta bu soruya nasıl bir cevap verebilirim diye düşünürken aslında bu sorunun basit bir merak duygusuna dayandığını düşünmüştüm, ama yanıldığımı anlamam çok zaman almadı. Bir yandan bir araştırmacının yapacağı ve yaptığı çalışmayı etki faktörü yüksek bir dergide yayımlamak istemesi gayet doğal gelmekle birlikte daha derinlerde başka bir problemin varlığını fark ettim. Çünkü bu soru, şöyle de sorulabilirdi:
- Nitelikli, özgün, bilime ve topluma katkı sağlayabilecek bir araştırma yapabilir miyiz?
Henüz ortada çalışmanın kendisi yokken, bir merak duygusu ya da bir probleme çözüm sunmayı amaçlamayan, yöntemi belirlenmemiş, sahadan veri toplanmamış, bulguları ortada yokken bir çalışmayı Q1’de bir dergide yayınlamayı planlamanın nasıl bir dayanağı olabilirdi?
Sanırım, cevap, soruda gizli… Aslında bir yayının “ne söylediği” değil “nerede söylediği” daha önemliydi. Yani bilimsel üretim, bir noktadan sonra içeriği ile değil, yayımlandığı derginin sahip olduğu önemle değerli olabilirdi. Ve bu durum, yayının bilimsel niteliğini ve yeterliliğini garantiliyordu. Peki, diğer dergilerde yapılan yayınlar, nitelik ve yeterlilik açısından değerli ve anlamlı değil mi? Bilimin sorgulayıcı doğasını bir yana bırakıp sadece etiket üzerinden yapılan değerlendirme aslında bir çarpıklığa işaret etmiyor mu? Bilimin ruhu, bir sıralama sistemi içinde sınırlandırılmaya uygun mu? Makalenin kaç puan getirdiği, makalenin kendinden daha önemli olabilir mi? Niceliğe indirgenmiş bilim, kendine özünden uzaklaşmış sayılmaz mı?
Q1 ne demek?
Çeyreklik sınıflamaları (Q1, Q2, Q3 ve Q4), bilimsel dergilerin atıflara dayalı olarak performans ölçümüne bağlı bir sıralama içeriyor. Bu sınıflama, Clarivate Analytics adlı özel bir veri analiz şirketi tarafından yayımlanan Journal Citation Reports verilerine dayanıyor. Bu noktada küçük bir hatırlatma yapalım: Clarivate, 2016 yılına kadar Thomson Reuters bünyesindeyken Web of Science Core Collection veri tabanını yönetmeye başladı. Yıl bazlı güncellenen raporlarda, bir derginin etki faktörü, çeşitli metrikler dâhilinde hesaplanır ve bu metrikler derginin bir yıl içinde aldığı toplam atıf sayısı, yayınladığı makale sayısı ve bu makalelere gelen atıfların zamanlaması gibi ölçütlere göre belirlenir. Bu ölçütlere göre her alan, kendi içindeki dergiler arasında sıralanır. Bir diğer ifade ile bu sıralama, alan bazlı olduğundan sözgelimi bir tıp dergisi ile bir sosyoloji dergisi karşılaştırılmaz.
Başlangıçta bu sınıflamalar, araştırmacılara hangi dergilerin daha görünür olduğunu ve daha fazla atıf aldığını gösteren yönlendirici araçlar olarak sunulmuştu. Ama zamanla bu sıralamalar, yalnızca bilgi veren istatistiksel ölçütler olmaktan çıkıp, bilimsel değerin ve akademik başarının neredeyse tek ölçütüymüş gibi algılanmaya başlandı. Bu duruma bağlı olarak, birçok akademik kurumda ve özellikle yükselme ve teşvik sistemlerinde, sıralamada olan dergilerde olan çalışmalar değerli kabul edilmeye başlandı. Bu da araştırmacıların; içerik, özgünlük ve katkı gibi nitelikler ikinci plana itmelerine ve odak noktalarını dergilerin sıralamasına kaydırmalarına neden oldu.
Makale fabrikaları
Bir çalışmanın Q1’de yayımlanması, ona otomatik olarak yüksek bilimsel değer kazandırıyor mu? Elbette hayır. Nitelikli birçok çalışma; yayın politikaları, dili, kapsamı gibi teknik gerekçelerle daha düşük sıralamalı dergilerde de yayımlanabiliyor. Diğer yandan, çok daha sıradan bazı çalışmalar sadece uygun yapılandırılmış oldukları için prestijli dergilerde yer bulabiliyor. Bu durumun da bilimin gerçek değerinden uzaklanarak biçimsel uygunluğun ön plana çıkmasına neden oluyor.
Elbette bu noktada yayıncılık endüstrisinin etkisi göz ardı edilemez. Akademik yayıncılığı, bugün çoğunlukla yüksek kârlar elde eden birkaç özel şirket elinde tutuyor. Açık erişim adı altında binlerce dolar talep eden veya kapalı erişimli makaleleri satan bu yayınevleri, bilime değil, aslında prestije ve görünürlüğe yatırım yapıyor. Akademisyen ise yayın baskısı altında kalarak makale pazarına girmek zorunda kalıyor.
Her yıl yüz binlerce makale yayımlanıyor ama bu çalışmaların ne kadarı gerçekten bilimsel anlamda bir fark yaratıyor? Bu yayınlar, hangi oranda sadece yayın yapmış olmak için yapılıyor? Bu yığın içinde diğerlerinden ayrışan, dikkat çeken, toplumla buluşan, bilim insanlarına ilham ve yön veren çalışmaların oranı nedir? Bu yayınlar, hangi ölçüde yaratıcı ve eleştirel düşünceye, sorunlara çözüm bulmaya yönelik? Sadece puan getiren çalışmalar, bilimin içini boşaltmıyor mu? Bu yaklaşım, sadece alanlar arasında değil; aynı zamanda ekonomik gelişmişlik düzeyleri açısından ülkeler arasında da eşitsizlik doğurmuyor mu?
Başka bir akademik kültür geliştirebilir mi?
Artık birkaç kâr amaçlı dergi grubunun tekelinde olan bu tabloyu tersine çevirmek mümkün mü? Elbette… Ama nasıl?
Bilim insanı yetiştirmekle sorumlu bireylerin, öncelikle öğrencilerine öğretmeleri gereken bazı temel konular bulunmakta… “Yapılan araştırmanın getirdiği yenilik nedir? Çalışmanın, alana, topluma ve bilime katkısı nedir? Araştırma kültürü, sürdürülebilir şekilde ele alınmakta mıdır? Yapılan çalışmalar, etik kurallara uygun mudur?” gibi temel soruların öncelikle cevaplanması ve öğretilmesi gerekir. Daha da önemlisi, amaç ve hedef arasındaki farkın gayet net olarak ortaya konulması, bilimsel araştırmanın başlangıç aşamasındaki öğrenciler için bilinmesi gereken diğer bir önemli konudur. Amaç, “yayın sayısını artırmak mı ve Q1’de yayımlamak mıdır, yoksa nerede yayımlanacağını düşünmeden önce nitelikli bir çalışma yapmak mıdır?” sorusuna da açık cevap verilmesi gereklidir. Böylece bilimsel çalışma yapmanın amaç, yayımlamanın araç olduğunun anlaşılması kolaylaşabilir.
Mevcut sistemdeki kör hakemlik sisteminin ortadan kaldırılması ve makale değerlendirmelerinin şeffaf ve açık olarak yürütülmesi gereklidir. Makale hakemleri, isimsizliğin arkasında ve tamamen kendi algı ve beklentileri (önyargı ve ayrımcılık demeye dilim varmadı.) açısından değerlendirme yapmakta ve bazen aynı makaleye atanan iki hakem bile birbirleri ile çelişkili geri bildirim vermekte ve yayının içeriğini anlaşılmaz kıstaslara göre biçimlendirmektedirler. Oysa hakem isimlerinin açık olması, dönüt içeren raporların yayımlanması, yazara ve hatta okuyucuya hem hakem değerlendirmesi hem de makale içeriği ile ilgili yorum yapabilme seçeneği verilmesi, kör hakemlik yolu ile yapılan yanlışlıkların önüne geçecek ve hakemlerin katkısı makul bir çerçeveye oturacaktır. Bu da araştırma niteliğini önemli ölçüde artıracaktır.
Geleneksel metrikler, makalenin akademik çevrelerdeki etkileşimi ile oluşur ve bu etki, bazen yıllar alabilir. Bu yüzden, indeks merkezli değil makale merkezli performans değerlendirilmesi yapılmalıdır. Nitelikli bir çalışmanın geleneksel ve sosyal medyada karşılık bulması, çeşitli akademik ağlarla paylaşılması da sağlanarak akademi dışındaki topluluğun da dikkatine sunulmalıdır. Bir makalenin aldığı atıf sayısı kadar sosyal medyada gördüğü tepki, indirilme ve okunma sayıları, Mendeley, Zotero gibi platformlarda kaydedilme sayıları gibi başka ölçüler de kullanmak olasıdır. İndeks içinde yer almak gibi bir ölçüt yerine, doğrudan her bir makalenin atıf sayısı, okunma sayısı, indirilme oranı gibi farklı ölçütler de kullanmak mümkündür. Böylece makale bazlı değerlendirme ile bilimsel etkinin daha sağlıklı olarak analiz edilebilir. Örnek verecek olursak, aynı gün yayınlanmış iki makale olduğunu var sayalım. İndekste yer almayan ama sözgelimi 100 atıf almış birinci makalenin, Q1’de yer alan ama hiç atıf almayan makaleden açık şekilde daha nitelikli olduğu gayet açıkça görülmektedir.
Sonuç
Bugün geldiğimiz nokta, “I am trilled to announce that our paper has been recently published in a Q1 journal!” cümlesinin hazzını yaşamaktan öte değildir. Ne yazık ki bu parıltılı cümle, araştırmanın nitelikli olduğunu, bilim dünyasında ve toplumda bir karşılık bulacağı anlamına gelmiyor. Birkaç dergi grubu ve üniversitelerin uyguladığı teşvik ve yükselme sistemleri yüzünden bir anlam oluşturmak yerine sıralama sistemleri içinde kaybolmak, bilimsel ürün yerine sadece görünür olmak ve öyle kalmak oldukça acınası bir durum… Oysa bilim, yayımlanan makaleden değil değer üreten makaleden beslenir. Nitelik, özgünlük, topluma ve ekonomiye katkı gibi temel ilkelerin göz ardı edildiği bir yaklaşımla sadece akademik ilerleme ve küresel şirketlere para kazandırma adına araştırmacıların törpülendiği bu küresel dayatmanın elbette millî çözümlerle kırılması ve küreye ışık tutması mümkündür.
Kaynaklar
Larivière, V., Haustein, S., & Mongeon, P. (2015). The oligopoly of academic publishers in the digital era. PLOS ONE, 10(6), e0127502. https://doi.org/10.1371/journal.pone.0127502
Wilsdon, J. (2016). The metric tide: Independent review of the role of metrics in research assessment and management. Sage Publications.
2 yorum
Çok güzel bir konuya değinmişsiniz. Malesef insaoğlu her zaman kolaya kaçmak için bir yöntem bulur. Güçlü etik değerler ve vicdanı da zaman törpüler. Pek çoğumuzun akademik çalışmalara inancı kalmamış, artık makale okumaktan uzaklaşıp klinik pratikte karşılaştıklarımızla yaşamımıza yön vermenin kanıtının daha yüksek olduğunu düşünme noktasına geçmişizdir. Kaliteli bir çalışma yapabilmek, kaliteli bir makale yazabilmek için de sponsor bulmanız gerektiğini de hatırda tutmak gerek.
Kaleminize sağlık
Çok güzel bir konuya değinmişsiniz. Malesef insaoğlu her zaman kolaya kaçmak için bir yöntem bulur. Güçlü etik değerleri ve vicdanı da zaman törpüler. Pek çoğumuzun akademik çalışmalara inancı kalmamış, artık makale okumaktan uzaklaşıp klinik pratikte karşılaştıklarımızla yaşamımıza yön vermenin kanıtının daha yüksek olduğunu düşünme noktasına geçmişizdir. Kaliteli bir çalışma yapabilmek, kaliteli bir makale yazabilmek için de sponsor bulmanız gerektiğini de hatırda tutmak gerek.
Kaleminize sağlık