Bir tıbbi dergideki bulmacayı doğru çözdüğüm için bana Doğan Cüceloğlu’nun "İÇİMİZDEKİ ÇOCUK" isimli kitabı hediye olarak gönderilmiş. Doğan Cüceloğlu kısaca diyor ki, "hepimizin içinde bir çocuk vardır, bu çocuk anne-babadan ve çevreden etkilenir ve bizim tüm yaşantımızı şekillendirir." Yani bizim davranışlarımız bu çocuğun yaptıkları ile çok yakından ilgilidir. ocuk iyi yoğrulmuşsa yaptıkları da düzgündür. Maya iyi değilse eğitim vs. gibi etmenler o çocuğu fazla etkilemez. Siz en yüksek tahsili yapın, en iyi okullarda okuyun, bütün dünyayı dolaşın, önemli olan mayanızdır. Herhalde bunlar çok doğru saptanmış bulgular.
İşte biz de içimizdeki çocuklarla tatil ayında buluştuk. Bunlar, tıp fakültesinden beraberce mezun olduğumuz arkadaşlarımızdı. Her birisi Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde çalışan, bir kısmı öğretim üyesi olan doktorlardı. Hatta Amerika’dan ve İsviçre’den sırf görüşme için gelenler vardı. Hep birlikte dolu dolu iki gün geçirdik. Öğrencilik anılarımız sanki dün gibiydi. "Hocaların aslanı, aslanların hocası, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Parazitoloji Kürsüsü direktörü Prof. Dr. Hasan Şükrü Oytun ve Psikiyatri hocamız Rasim Adasal ile ilgili hikayelerin sonu bir türlü gelmek bilmedi. Özellikle İsviçre’de yaşayan arkadaşımız eski performansını hiç kaybetmemişti. Çok güzel taklitler yapıyordu. Rasim Adasal ile "yani şey kalinde" parazitoloji hocamız, yan yana aynı sınıflarda ders anlatırlar ve birbirlerini duyarlardı. (Bizler de her ikisini birden duyardık.) Elli sayfalık genel parazitoloji vizesinden, hayatında hiç vizeden dönmemiş olanlar bile dönmüş ve geçici bir şuur kaybına uğramışlardı. "Lütfiye’den genç yüzbaşı doktora gelen mektuplar" yine açılmıştı.
Arkadaşlarımız çok değişmişlerdi. Erkeklerin bazısını tanımak bile mümkün değildi. Sokakta karşılaşsak yürür geçerdik. Genelde herkes şişmandı. (Amerika ve İsveç’ten gelenler hariç; herhalde onlar orada aç geziyorlardı.) Hanım doktorlar da genelde tombulca idiler. Fakat inadına, öğrenciliklerinde olduklarından çok daha güzel ve bakımlı idiler. Ayrıca çok tatlı ve esprili olmuşlardı. Durmadan bir şeyler anlatıp gülüyorlardı; öyle ya kırk yılın hasreti vardı.
İlk gün ilk karşılaşma ve öpüşme fasıllarından sonra otelde bizim için hazırlanmış olan büyük masada, envai çeşit yemek ve tatlılardan yendi. Yemekten sonra şömine başına oturulup kahkahalarla karışık sohbetler edildi, çocukların durumu soruldu. Birkaç arkadaşımızın birkaç kere evlenip ayrılmış olduğu öğrenildi.
Ertesi gün yüzme havuzunda sohbet edilerek yüzüldü. Öğlen yemeği seramonisi yakındaki bir kır kahvesinde "kendimiz pişirip, kendimiz yiyerek" ve bir bağlamacının çaldığı türkülere katılarak, zaman zaman da halk oyunları ile coşarak yerine getirildi.
İkinci günün akşamında herkes çok şık giyinmişti. Yine bizim için ayrılan masaya oturduk. Bazı arkadaşlar günün anlam ve ehemmiyetini belirten söylevler verdiler. Kadehler, talebeliğimizde olduğu gibi, "tıbbiye tıbbiye zım zım zım" diye kaldırıldı. Yemeğin sonunda hoş bir sürpriz vardı. Sayın Prof. Dr. Mehmet Haberal bize bir buçuk metrekare boyutunda bir pasta göndermişti ve katılamadığı için üzüntülerini bildiriyor, günümüzü kutluyordu. Teşekkürler Mehmet Haberal, bir dahaki sefere bekliyoruz.
Daha sonra yine ocak başında oturduk. Canlı müzik vardı. Bir solist hanım çok güzel tango ve valsler söylüyordu. Bizim jenerasyon dansla büyümüştü. Farkına bile varmadan hepimiz kendimizi pistte bulduk. Kim kiminle dans ediyordu belli değildi, önemli de değildi. Bizim sınıf dans ediyordu. Bir ara elli kişiyle el ele tutuşup halka yaptık ve bu halka öyle bir vals yaptı ki, bu dans gösterisi Dünya Vals Tarihi’ne geçecek görüntüde idi. Solistin de hoşuna gitmişti ki arka arkaya valsleri sıralıyordu. (Arzu edilirse gösterebiliriz. Çünkü şimdiki doktorlar genelde dans etmesini bilmiyorlar.) "Çökertme" isteğiyle çökertme çalındı. Bir dönem Hacettepe’de anestezi ihtisası da yapmış olan çocuk cerrahı Meral Hanım bol bol "çökertme" oynadı. Ertesi sabah ayağının üzerine basamıyordu. Bu arada bu oyunun nasıl oynandığına dair çeşitli hikayeler anlatıldı ki en ilginci, mağarada uyuyan efelerin sabah uyanıp mağaradan çıkarken basacak yer aramaları dolayısıyla bu şekilleri aldıkları, arada sendeleyerek dizlerinin yere gelmesiyle ilgili olanı idi.
Kahveler içildi, fallar bakıldı, Türk Sanat Müziği konserleri verildi. Otelin diğer müşterileri de büyük bir zevkle gösterileri izlediler.
İçimizdeki çocuklar iyiydiler, mayaları iyi şekillendirilmişti. O dönemde terör yoktu, sağ-sol didişmeleri yoktu, komplo yoktu. Ders çalışmak vardı, sinemaya gitmek vardı. Senede birkaç defa tertiplenen ve hocaların da çağırıldığı "çay partileri" vardı. Güzel giyinmek hevesi vardı. Yani dünya güzeldi.
Otelde yıllar sonra buluşan çocuklar ESKİ DOSTLAR’dı; eski bildiğiniz ÇOCUKLAR’dı.