Tarihten bugüne nasları anlama, yorumlama, uygulama, üslup ve algı hatası bir milleti param parça etmiştir. Öncelikle Hicaz ve Irak ekolleri diye bilinen iki ekol doğmuştur. Bunlar, Eserciler ve Reyciler diye algılanmıştır. Bu merkezlerden, adeta karşılıklı füzeler milletin arasına atılmıştır. Medine, Esercilerin, Irak, Reycilerin beldesi görülmüştür. Medine, Kur’an ve Sünnet, yani yazılı kaynaklara tabi olanlar ile Küfe Irak ekolü, reyciler yani akılcılar olarak görülmüştür. İki taraf da hem aklı, hem de nakli kullanmışken; taraflar rüzgâr ve algıyı farklı estirdiler. Oysa bu iki beldenin şartları ve kültürel yapısı aynı değildi. Bunun için de Irak’ta ortaya çıkan yeni problemlere karşı çözümler üretmek kaçınılmazdı. Naslarda bulunmayan yeni problemlere içtihatla çözüm üretmek zorunlu olmuştu. Bunun için de naslardan hareket edilerek akılla nassı buluşturan bir döneme girilmiştir. Medine bu dönemde yeni problemlerle çoğunlukla karşı karşıya değildi. Toplumsal değişimde Peygamber dönemindeki koşullar ve kültür fazla bir farklılık göstermemişti. Irak ekolünün başında Ebu Hanife yeni problemlere karşı çözümler üretirken kendisine “ *aklına göre din koyan adam”* dediler.
Hicaz ekolü ile Irak ekolü (işin tabiatı icabı) kendi toplumlarının problemlerini çözmeye yönelmişlerdir. Oysa iki tarafta da Müslümandı. İki tarafın da örf ve âdeti, koşulları farklı farklı olduğun, yaptıkları içtihatlar da farklı farklı olmuştur. Bundan sonra Iraktan Medeniye, Medine’den Irak’a adeta füzeler yağmaya başladı. Beldeler tahrip edildi. Vicdanlar yaralandıkça yaralandı. Bir tarafı Reyci diğer tarafı Eserci yaftalamalarıyla insanlar birbirine tân etmeye başladılar. Bugün de bu durum hala kitaplarımızda iki farklı grup gibi ele alınması meselelere farklı zaviyelerden bakışı getirmiştir. Geçmişte olduğu gibi farklı ekollerin ve farklı kavramların boy atmasına neden olmuştur. Bunların her biri sosyolojik hareketlerdir. Daha sonra bu durum, ehli akıl tarafından birbirleriyle ünsiyete çalışılsa da çoğu kez dışı başka, içi başka hareketlere zemin hazırlamıştır. Bu ilk kıvılcımın izlerini bugün de görüyoruz. Aynı müzmin hastalık bugün de devam etmektedir. Müçtehit imamların her biri, İslam hukukuna dinamizm sağlamak amacıyla Kur’an’ı anlama yöntemleri geliştirdiler. Usul esasa mukaddem olduğu için nasların anlaşılmasında sağlıklı ve denetlenebilir usul kuralları koymayı hedeflediler. Bunun için de her biri farklı terminoloji kullandı. Örneği imam Şafii ki, usulün babası sayılır, problemleri çözerken *kıyasın* olabildiğince genişletilmesi yöntemini benimsedi. Benzer konuları bir araya getirirken kıyası tükenmez kalem gibi kullanmayı başladı. İslam hukukuna kıyasla yürürlük sağlamak amaçlanmıştır. Ancak kıyasın katı uygulanması sosyal hayatta pek çocuk problemi de ortaya çıkarmıştır. Ebu Hanife ise bu katı kıyas, problemlerin çözümünde pek çok sıkıntı doğurduğunu, katı kıyasa göre hareket edildiğinde toplumu sıkıntıya düşeceğini görmüştür. O da kıyası biraz daha genişletmiş, fakat bu derin kıyasa, (hafi kıyas dedi ve bunu da) ‘ istihsan ’ adını verdi. Kendi gibi kıyas kavramın kullanmayan Ebu Hanife, hadisi bilmemek, aklına göre din koymakla itham edildi. İstihsan akla göre din koymak olarak nitelendirildi. Dinin dışına itilmekle kendisine savaş açıldı.
İstihsan’dan daha geniş bir form kullanan İmam Malik kullandığı terminolojiye “ *İstislah* ” dedi. Adı üzerinde bu ıslah projesine “ *maslahat-ı mürsele* ” adını verdi. Bu kez oklar kendisine yönlendirildi. İslam dünyasında farklı kavramlarla aynı şeyler söylemelerine rağmen, tabileri tarafından pek çok tan ve tarize maruz kalınmıştır. Biri diğerine aklına göre din koymakla suçlarken, biri diğerinin arkasında namaz bile kılmadı. Birbirlerinden kız alıp kız bile vermediler. Çünkü her biri kendi içtihadını mutlak doğru görmesi hastalığı o günlerde başlamıştı. Daha sonra bu sosyal siyaset gereği biraz yumuşamış görünse de siyaseten biri diğerini varlık sahasından kovmaya yöneldi. İmam Malik “dinin onda dokuzu İstihsandır” derken, müçtehidin içtihat alanındaki nasların yorumunda, yeni problemlerin çözümünde aklın ve naklin esas alınması gerektiğine ve oranına vurgu yapmıştır.
Daha sonra da dinin yürürlük metotları üzerinden tartışmalar yapılmıştır. Hemen her bilgin yürürlük metotları olarak, tarihsellik ve evrensellik, örf üzerine bina kılınan hüküm, örfün değişmesiyle değişir, lafız ve mana (mekasid) ilişkisi, din ve şeriat ayrımı, nasların nesih anlayışı, hükmün üzerine bina edildiği illet değişince hüküm de değişir, ehlisünnet/ şûra ve icma gibi yürürlük metotlarıyla aynı gayenin tahakkuku için farklı kavramlar ve yöntemlerle birbirlerini ötekileştirme yolunu seçmişlerdir.
Kavramlara yükledikleri anlamlar ve benimsedikleri metodolojiye göre kendi görüşlerini temellendirmeye çalışmışlar, farklı içtihatlarla farklı yorumlar yapmışlardır. Bu durumda ekseri bilginler, kendi görüşünün dışındaki yorumlara sağır kalmış, her biri karanlıkta kavram dövüşüne başlamış kimin kime ne söylediği tespit edilememiş, ciddi bir ayrışma ve tartışmaya zemin hazırlamışlardır. Adeta karanlıkta boksörler gibi kimin kime yumruk salladığı belli olmamış, fil tarifi gibi kimin hangi azayı tutmuşsa tarif yaptığı döneme girilmiştir. Her birinin özde aynı şeyleri söyledikleri, fakat farklı kavramlarla ifade ettikleri, bugün bu kavramlar dövüşü, gerçeğin çoğu kez ortaya çıkmasını da engellemiştir.
Bilginlerin bir kısmı İslâm hukukunun yürürlüğünü tarihsel yöntemde görürlerken; bir kısmı örf üzerine bina kılınan şer’i hükümlerin, örfün değişmesiyle nassın hükmünün değişeceği ilkesini ileri sürmüşlerdir. Keza bir kısmı nasların mekasıdını ileri sürerek problemi çözmeye çalışmışken; bir kısmı din ve şeriat ayrımı yaparak dinin değişmez ilkelerinin olduğunu, şeriatın ise değişebilir özelliğine dikkat çekmişlerdir.
Öte yandan yeni dönemde bir kısmı da illetin değişmesiyle hükümlerin değişme ilkesine sığınırken; bir kısmı da özel ve genel ayırımını esas kabul etmişlerdir. Hiç kuşkusuz bu gayretlerin her biri, problemleri çözmek için İslâm hukukuna yürürlük sağlamak maksadıyla bir gayretin ve algının samimi niyetleridir. Düşünce dünyasında farklı içtihatların olması kadar doğal bir durum yoktur. Ancak tüm bu yürürlük içtihatlarının bireyleri dışlamak için bir araç olmamalı, aksine zannî nasların anlaşılmasında olabildiğince özgür imkân sunulmalıdır. Bilindiği gibi nasların yorumlarının toplumsal kabul görmesi ve yürürlüğe konulması için ehlisünnet / şûra ile icma anlayışı tam bu noktada önemli bir ilkedir.
Bu içtihatlardan hangisi ortak akılla, şûra ile icma yöntemiyle yürürlük maddesi yapılırsa bu ümmet için bağlayıcı olmaktadır. Bunun için Diyanetimiz, bu düşünce üretiminden elde edilen görüşleri analiz ederek toplumun kültürüne en uygun olanına şura ile icma prensibine göre ortak akılla kararı vermeli, verdiği karar ehlisünnetin ortak aklı olmalı ve norm haline dönüştürülmeli ve nas (kanun) gibi bağlayıcı seviyeye yükseltilmelidir. Toplumun ihtiyacını karşılamaması durumunda başka bir içtihadı yasal norm haline getirmelidir. Ehlisünnet felsefesinin pratik göstergesi tefrikayı değil, hukukta birliği, tevhidi esas alan ümmetin orta yolu ve örnekliği demektir.
Son tahlilde, İslam Literatüründeki Kavram Savaşları Ortaya Şu Başlıkları Çıkardı:
**Tarihselci / Evrenselci/ / Neshci / Örf Üzerine Bina Kılınan Hükümler Örfün Değişmesiyle Değişir / Hükümler İlletlerine Göredir, İlletler Değişince Hükümler Değişir / Şeriat Ayrı, Din Ayrıdır / İtikat, İbadet Ve Ahlak Zamanlar Üstü / Hukuk Değişken Olmak Durumundadır / Lafız / Manaya (Makasıd) Göre Yorum. Teşbihte Hata Olmaz*.
Saygılarımla.