Obstetrikle uğraşan meslektaşlarımızın işi gün geçtikçe zorlaşıyor. Bunun sebebi de çiftlerin giderek gebelik ve doğumu bir şölen havasında yaşamak istemeleri, bununla birlikte de sürecin sorunsuz geçmesini istemeleri. Aslında çok da haksız değiller. Gebelik ve ardından aileye yeni bir bireyin katılacağı doğum olayı, hem genç çifti hem de tüm akrabaları sevince boğacak yaşamın en hoş dönemeçlerinden biridir.
Peki, gebelik ve doğum olayı, her zaman pürüzsüz geçen ve “mutlu son’la” neticelenen eğlenceli bir süreç midir? Elbette ki hayır. Gebelik boyunca anne ve fetusta oluşabilecek sorunlar, komplikasyon ve riskler hiç de yabana atılmayacak kadar çoktur. Ne yazık ki ülkemizde pek çok çift bunun farkında değil ya da son yılların modasına uyarak en ufak bir sorunda doktorlarını ve hastaneyi suçlamaktadır. Burada bazı meslektaşlarımızın (Ki bunların çok az sayıda olduklarını biliyorum) hatalı tutumları, hastaları yanlış bilgilendirmeleri de söz konusudur. Şimdi çuvaldızı biraz da kendimize batırma zamanı.
Konuyu yakın zamanda yaşadığımız ciddi bir obstetrik problemle açmak istiyorum. Kliniğimize 180/120 kan basıncı ve albüminüri ile başvuran 38 haftalık bir gebeyi hemen hospitalize edip tedavisine başladık. Ancak, tüm önlemlere rağmen tansiyonu düşürmekte zorlanıyorduk. Annede giderek artan baş ağrısı vb. semptomların başlaması olası bir eklampsi krizi açısından bizleri endişelendirmeye başlayınca hastayı doğurtmaya karar verdik. Bunu hasta ve yakınlarına anlattığımızda hiç ummadığımız bir tepki ile karşılaştık. Hastamız doğuma daha iki hafta olduğunu, asla doğal yöntemler dışında (yani sancının kendiliğinden başlaması) indüklenmiş bir doğumu kabul etmeyeceğini söyledi. Kendisi ve yakınlarına eklamptik gebelik toksemisinin ölümcül bir komplikasyon olabileceğini ısrarla anlatmamıza rağmen, taleplerimizi reddettiler.
Acaba bu hasta neden böyle davranmıştı? Konuyu araştırdığımızda, hastaya, gebeliği süresince düzenli olarak gittiği bir doğuma hazırlık akademisi(!) tarafından “doktorların zorlamasıyla erken doğum ya da sezaryeni asla kabul etmemesi” sıkı sıkı tembih edilmişti. Hatta kendisine doğum hekiminin “bazı uyduruk gerekçelerle, hayati tehlike vs. deyip” arzusu dışı bir doğum şekli önerebileceği, bu tip doktorlara karşı dikkatli olması gerektiği anlatılmıştı. Şimdi sormak istiyorum. Bunu hastaya böyle anlatmakla onun ve bebeğinin yaşamını tehlikeye soktuğunuzun farkında mısınız? Ya meslektaşınıza verdiğiniz zarar, onu hasta nezdinde soktuğunuz durumu hiç düşündünüz mü?
Gebelerin bu süreci yaşarken hekimleri dışında çeşitli destek ve eğitimler alması, nefes egzersizleri, pilates, yoga, gebe eğitim derslerine katılmaları aslında son derece yararlı. Bunu ülkemizde gerçekten çok büyük bir ciddiyetle yapan pek çok merkez var. Şunu memnuniyetle görüyoruz ki bu tip eğitim süreçlerinden geçen gebeler hem hamilelik sürecini rahat geçiriyor, hem doğum korkularını atlatıyor hem de pek çoğu normal doğum yapabiliyor.
Bakın, bize müracaat eden preeklamptik gebenin gittiği merkezde kendisine doğumla ilgili neler önerilmiş:
“Doğumda serum taktırmayın, bebeğin kalp atışlarını NST ile değil, fetal el Doppler’i (dünyanın 20 yıl önce terk ettiği) ile izletin, doğuma tüm aile, akrabaları getirin, doktorun müdahalelerine karşı çıkın, hiçbir şekilde suni sancı verilmesini kabul etmeyin…”
Ben 35 yıllık bir hekim olarak tüm bu önerileri ibret ve üzüntü ile okudum ve kendime şu soruyu sordum. Şayet bunları bir uzmanlık sınavında ya da hatta tıp fakültesi stajında bir öğrenci söylese sınavı geçebilir miydi?