Hasta-hekim ilişkisi, güncelliğini daima koruyan bir konudur. Toplumsal olarak ciddi davranış sorunu yaşanıyor. İnsanlar duygu ve düşüncelerini şiddet yükleyerek ifade etmeyi tercih ediyorlar veya nasıl ifade edeceklerini bilemiyorlar. Hastanın hekime yumruk atması ile trafikte yumruk yemek arasında kanımca çok büyük fark yok. Elbette, hekim olarak emek verdiğiniz bir insanın ya da yakınının sizi travmatize ederek ödüllendirmesi anlaşılır iş değil. fiiddet, öfke ve memnuniyetsizlik yaygın bir toplumsal tavır halinde. Sebep? Zekâ, nezaket ve bilginin yerini kaba kuvvet alınca böyle ilişkiler çıkıyor ortaya.
İnsanlar hekime sadece fiziksel hastalıkları gerekçesiyle gitmiyor olsa gerek. Genel olarak saygı ve ilgi eksikliği yüzünden kendilerini değersiz hissediyor olabilirler. Bu gerekçe ile insan hekime biraz da ilgi görmek ve yok sayıldığı toplumda değerli hissetme gereksinmesini karşılamak için gidiyor olabilir. Ancak oraya giderken de önyargıları yok değil. İşlerin aksaması, umduğunu bulamamak gibi hayal kırıklığı yaratan etkenlere bir de hekimin iletişim eksikliği eklenince kıyamet kopuyor. Empati yoksunluğu almış başını gidiyor.
Hekim olarak bize kim ilgi gösteriyor? Sağlık personeli ile kim ilgileniyor? Kimsenin böyle bir derdi de yok zaten. İdealizmin yok edildiği, tükenmişliğin had safhaya ulaştığı bir meslek başka nasıl olabilir ki? Bir grup okuyucum bu satırları okurken diyecek ki, “Size müstahak zaten!” Doğrudur. Ama ben kişisel olarak gayet motiveyim. Neden mi? fiöyle bir düşündüm, çeyrek yüzyılı aşan meslek hayatımın kaç günü çilesiz geçti? Çok az. Ama bir de olaya başka pencereden bakıyorum. Ben bu işi seviyorum hem de çok. Ders anlatırken mutluyum, yazarken de. Hasta bakarken zaten bambaşka bir haz alıyorum. İnsana yardım için bu mesleği seçenlerdenim. İnsanları işlerinden soğuttular. Ama burada biraz da edilgenlik var sanki. Ne zaman etkin olacağız merak ediyorum.
Hakkını istemeyi ve almayı bilemeyen bir toplumsal modelimiz var. Hasta-hekim ilişkisinde yetişkin-yetişkin ilişkisi değil de, çocuk-ebeveyn ilişkisine benzer bir profilde gidiyoruz. İş yerinde de durumlar aynı olabilir. Mesela; amiriniz pozisyonundaki kişi veya kişilerle ilişkilerde de bu tarz bir modeli görmek çok zor değil. Oysa iş yerinde herkes yetişkin! İş yeri ilişkileri duygusallıktan uzak ve profesyonelliğe dayalı yetişkin-yetişkin ilişkisi olmalı. Bir arkadaşım, zorunlu hizmette yaşadıklarını anlatıyor. “Aile gibi olmuşlar ve ilişkilerin sınırları karışmış.” diyor. Mesela; hemşire-hekim ilişkisi değil de, daha çok abla-kardeş ilişkisi gibi! İş yeri, iş yeridir adı üstünde. İlişkiler profesyonelliğe dayalıdır. Eğer duygular işin içine girerse, geçirgen olan ve sınırları belli olmayan ilişki, sorunlu durumlarda çözümsüzlükler getirir. Bir yere tayin edildiniz ve orada akranınız, ama bulunduğu yerde eski olan bir meslektaşınız var. Bu zat herkesin ablası olmuş ve şirinlikler yaparak, herkesle farklı hukuklar oluşturarak işleri idare(!) ediyor. Siz de yeni bir şeyler yapılsın ve sorunlu durumlar çözülsün istiyorsunuz. Ama ortalık kan gölüne dönüyor. Arkadaşın yerinde gözün mü var, yoksa eski köye yeni adet mi getireceksin? Tezgah kurulu, düzgün veya değil, çark dönüyor. Siz de “Bildiğimden şaşmam” derseniz, vay size vaylar size!
Bir başka ilişki şekli örneği vereyim. Bir hastada hekim hatası olduğu iddiası ile dava açılır. Soruşturma ilerler ve hekimin kusuru bir başka hekimce ifade edilir. fiimdi ne yapmalı? Durum bir komplikasyondan kaynaklanmıyor. Tamamen yetersizlik ve beceriksizlik, biraz da sınırını bilememe diyelim. Hekimi aklayalım mı? Yoksa hasta ile empati mi yapalım? Hasta başkalarına bağımlı yaşıyor ve artık çalışamıyor. Ya hasta yakınımız olsaydı? Bir toplantıda bir arkadaşımız yöneticiye soru yöneltir ve herkesin içinde hakarete uğrar. Yönetici sesini yükseltir ve yergi dolu sözler sarf eder. Dava etmek ister yöneticiyi. Bilin bakalım ne olur? “Aaa, ne ayıp! O senin büyüğün, gönlünü alır yarın bir gün” denir. Güler misiniz, ağlar mısınız? Bu ilişkiler profesyonel olmaktan uzak, son derece feodal kökenli ilişkilerdir. Bir de ötekinin başarısına katlanamamak var. Bu da bir duygu. Adına kıskançlık diyoruz. Kıskançlık da öfke, hüzün ve sevinç gibi bir duygu. Bunu tanırsak sorun yok. Ama ne olduğunu anlamazsak, karşıdakine öfke, iftira, şüphecilik ve intikam duyguları şeklinde yönelerek zarar verici olur. Oysa, kıskançlık da diğer duygular gibi tamamen hissedene aittir; kıskanılan ile bir ilgisi yoktur.
Bu dünyada insandan zor yaratık yok; hele de insan ilişkisinden daha karmaşık hiçbir şey yok. Unutmayalım ki bu dünyayı kan gölüne çeviren Napolyon’dan tutun da Hasan Sabbah’a, Hitler’den Mussolini’ye kadar hepsi de ağır kompleks sahibi insanlardı. Belki de bu dünyayı insan kompleksleri yönetiyordur, pardon yönetemiyordur!