Son yılların söyleyişiyle trendimiz olan indeksli dergiler kavramını ve akademiye katkısını az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde denetimlerin nasıl delinip sulandırıldığını tartışmak ve bazı doğruları gündeme taşımak istedim. Önce indeksli dergilerin doğuşu gelişmesi ve bu tür yayınlardan beklentileri açıklayalım.
Batıda , akademik dergileri periyodik olarak kontrol eden ve tarayan bir sistem oluşturulmuştur. Bu sistemler hem dergileri bir araya getirmekte hem de dergilerin içeriğine erişimi kolaylaştırmaktadır. Diğer taraftan evrensel olarak kabul gören bu tarama sistemleri yayınların daha kaliteli ve değerli olması için de teşvik edici olduğu kabul edilmiştir. İlgili alanlara göre sınıflandırılan bu sistemlerin genel işleyişi aynı olmakla beraber incelediği alanlar farklılık göstermektedir. Bu tarama sistemleri;
SCI: Science Citation Index: Fen Bilimleri alanlarında yayın yapan dergilerin tarandığı indekstir. (fizik, biyoloji, bilgisayar, malzeme bilimi gibi)
SCI-Expanded: Science Citation Index-Expanded: Bu index ile de fen bilimleri alanlarındaki dergiler taranır. Fakat dergi kabul kuralları daha hafiftir. Ayrıca online dergileri de kapsar.
SSCI: Social Sciences Citation Index: Sosyal bilimler alanlarındaki dergilerin tarandığı index’tir. (siyaset, hukuk, felsefe gibi)
AHCI: Arts and Humanities Citation Index: Sanat ve insan bilimleri alanlarındaki dergilerin tarandığı index’tir. (Mimarlık,dans, tarih, edebiyat gibi)
AHCI ve SSCI kapsamında taranan dergiler birbirine benzer konularda yayınlar yaptığı söylenebilir. SCI ve SCI-Expanded kapsamında yayın yapan dergiler de aynı konularda yayınları bir araya getirmektedir. Kabul şartları daha esnektir.
Bu üç index’de 1958 yılında kurulan ISI – Institute for Scientific Information (Thomson Reuters bünyesindedir) tarafından değerlendirilir. ISI merkezi Amerika’da bulunan bir kuruluştur. ISI’nın temel görevi index kapsamına alınacak dergilerin belirlenmesi ve bu dergilerin periyodik olarak kontrol edilmesidir.
Dünyada tüm bilimsel disiplinlerde yayın yapan yaklaşık 150.000 ’nin üzerinde dergi vardır . ISI, bu dergilerin yaklaşık 8950 adedini taramaktadır (7 farklı alanda 8515 ve iki ayrı koleksiyonda 435 dergi olmak üzere toplam 8950 dergi).
ISI, 1958 yılında Dr. Eugene Garfield tarafından Philadelphia (ABD)’de kurulmuştur. Ancak; İngiltere, Güney Amerika ve Asya’da da büroları vardır. ISI bugün profesyonelce çalışan 7 milyondan fazla araştırıcıya hizmet vermektedir ve bu hizmeti dünyanın çeşitli ülkelerinde görev yapan 850 personelle yürütmektedir. Bu personelin çalıştığı ülkeler, ABD, İngiltere, İrlanda, Japonya ve Singapur ’dur. Thomson şirketinin 2002 yılı geliri 7,8 Milyar ABD dolarıdır.
ISI bilimsel yayın yapan bütün dergileri index kapsamına almaz. Bunlar içerisinden sadece kalite şartlarını sağlayanları seçer. ISI’nın bir dergiyi index kapsamına alması o derginin sonsuza kadar index kapsamında kalacağı anlamına da gelmez. ISI dilediği zaman kendi ölçütlerini yerine getirmeyen dergiyi index kapsamında çıkarabilir. Bu yüzden dergiler index kapsamında kalmak istiyorlarsa kalite standartlarını sürekli korumak zorundadırlar.
Dergiler ISI’ya başvurarak index kapsamına alınmalarını talep edebilirler. Bu durumda ISI söz konusu dergileri inceler. Derginin etki faktörünün ne olduğuna, editörünün bilimsel yetkinliğine ve index kapsamındaki yayınlarına, derginin süreçleri düzenli bir şekilde yürütüp yürütmediğine (dergi zamanında çıkıyor mu, hakemler değerlendirmeleri zamanında yapıyor mu, yazarları bilgilendirme sistemi uygun çalışıyor mu vs.) bakarak dergiyi index kapsamına alabilir veya almayabilir. Index kapsamına alınan dergiler düzenli aralıklarla denetlenir ve ISI kalite standartlarına uymayan bir durum tespit edilirse dergi index kapsamından çıkarılır. Bir derginin hangi indexler tarafından tarandığını derginin sayfasından öğrenebilir. Bütün dergilerin ana sayfasında hangi indexler tarafından tarandığı, editörünün kim olduğu ve etki faktörünün kaç olduğu bilgisi mutlaka yer alır. Bir derginin indexler tarafından taranıp taranmadığını bu adresten kontrol edebilirsiniz. Ayrıca, tam liste index dergilerine buradan erişebilirsiniz. (Güncelleme 2015 Ağustos)
Bir derginin index kapsamına alınmasının dergi açısından, okuyucu açısından ve yazar açısından faydaları vardır. Dergi açısından bakıldığında, index kapsamına giren dergiler kalitesini kanıtlamış olan ve bilim dünyası tarafından en çok takip edilen dergilerdir. Bir dergi index kapsamına girerek kalitesini belgeleyebilir ve daha çok okuyucu kitlesi edinebilir. Bu yüzden bilimsel konularda yayın yapan bütün dergiler index kapsamına girmek için uğraşmakla beraber dünyada çok az sayıda dergi index kapsamına girmeyi başarabilmiştir. Ülkemizde yüzlerce dergi arasından index kapsamında yayın yapan dergilerin sayısı 70 civarındadır.
Index kapsamındaki dergiler okuyucu için daha güvenli dergilerdir. Çünkü bu dergilerde kalite standartları yüksek ve kontrol süreçleri oldukça sıkıdır. Böyle bir dergide hatalı bir yayının ya da ifadenin bulunması ihtimali diğer dergilere göre çok daha düşüktür. Bu sebeple okuyucular bu tür dergileri daha çok tercih eder. Son olarak, konuya yazar açısından bakıldığında index kapsamındaki dergilerde yayın yapmanın avantajlı olduğu görülür. Çünkü bu dergiler etki faktörü yüksek dergilerdir. Yazar bu tür dergilerde yayın yaparak sesini daha fazla kitleye duyurabilir ve daha çok atıf alabilir.
ABD’den 38yıl sonra 1996 yılında TÜBİTAK’a bağlı bir enstitü olarak kurulan Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi (ULAKBİM); ülkemizdeki tüm akademik kurumları birbirine ve küresel araştırma ağlarına bağlayan Ulusal Akademik Ağ alt yapısını işletmekte ve bu ağ üzerinden yeni ağ servisleri sunarak, bir yandan ağ için araştırma geliştirme yapmakta, diğer yandan araştırmacıların ağı Ar-Ge yapmak için kullanmalarını sağlamaktadır. (Asan A. 2017)
Cahit Arf Bilgi Merkezi, sahip olduğu elektronik bilgi kaynakları aracılığı ile ülke çapında yaygın bilgi ve belge erişim hizmetleri sunmaktadır. ULAKBİM kuruluşundan günümüze kadar olan süre içerisinde, bilgi çağında yaşanan hızlı teknolojik değişimler ve gelişmelere ayak uydurarak; temel faaliyet alanları ile ilgili, gerek ağ teknolojilerinde, gerekse elektronik yayıncılıktaki gelişmeleri günümüzün koşullarına uygun olarak yakından izlemekte ve kendini devamlı olarak yenilemektedir.
ULAKBİM; “ulusal hizmet” anlayışı çerçevesinde, eğitim ve araştırma ağ altyapısının yüksek hızlı yurt içi ve yurt dışı bağlantıları üzerinden sunduğu hizmetlerle, misyonu doğrultusunda ülkemizdeki eğitim ve araştırma kapasitesini artırmak ve bilgi hizmetlerini ulusal ölçekte yaygınlaştırmak amacıyla günün koşullarına uygun olarak geliştirmeyi hedeflemektedir.
YÖK ve Üniversiteler, akademik yükseltilmeleri yukarıda özetle aktarılan bu sisteme bağlamıştır. Verilen bilgiye göre ülkemizden 70 derginin bulunduğu bu sistem Türkiye’nin ne ihtiyacını karşılayabilir ne de umulduğu gibi öğretim üyelerinin çalışmalarının niteliğini artırabilir. Bilgiyi üreten kalite kontrolünü de belirler ve uygular. ABD’nin kendisi için ürettiği sistemin içine kendilerini sıkıştırmaya çalışan dünya ülkeleri bu sisteme dahil olduktan sonra kaç adım ilerlemişlerdir. Bunu sorgulayan var mı? Sanayi Devrimini yakalamayan ülke üniversiteleri pozitif bilimlerde batının teori ve uygulamalarını ülkelerine taşıyarak üniversite ve araştırma kurumlarının çok kısıtlı imkânları ile ulaşılmış sonuçlara yeniden ulaşmaya çalışmaktadırlar.
Yeni bilgi üretmek ve keşif yapmak öncelikle özgür ve sınırsız imkânlarla olur. Bizde ve diğer gelişmekte olan ülkelerde araştırma ödenekleri ve ortamları hiç bir şey ziyan olmasın ve yolsuzluk yapılmasın ana fikriyle hazırlanmış yasa ve yönetmeliklerle baştan sıkıştırılmış ve sınırlandırılmıştır. Araştırmanın doğasında ziyan olacak malzeme ve emek vardır. Boşa gitmiş gibi görünen malzeme ve emek deneme şıklarının elenmesi anlamını taşır. Her elenme yeni bir şıkın denenmesine yol açar. Sonucu belli bir araştırma bilime katkı sağlamaz. Bir konuda “yok” da bir sonuçtur. Bilimsel gelişme her anlamda özgür ve maddi imkânların sağlandığı ortamlarda sağlanabilir. ABD’nin bilimsel ilerlemede lider olmasının sebebi budur. İnsan gücü olarak Amerikalılar kadar belki daha çok bütün dünyadan Amerika’ya göçen bütün dünya ülke insanlarının katkısı söz konusudur. Nobel alan Prof. Dr. Aziz Sançar Türkiye’de kalsaydı, pek çok değerli bilim adamı gibi kendi meslektaşlarının tanıdığı bir öğretim üyesi olurdu. Bizim öncelikle bilimsel iklimi yaratmak hedefimiz olmalı. İndeksli dergiler mevcut statüyü bir ölçüde belirler ancak gelişmeyi sağlamaz.
Bir de Fen Bilimleri gibi pozitif bilimlerin dışında kalan Türkoloji ve İslâmî Bilimler gibi iki çok özel alan var. Bugün dünyada Türkoloji’nin merkezi Türkiye’dir ve edebiyattan, Türk Dilleri ve lehçelerine, Türk tarihi, bilim tarihi ve sanat tarihinden arkeolojiye, müziğe, plastik sanatlara kadar uzanan çizgide en yetkin bilim adamları Türkiye’de yetişmiş ve yetişmektedir. Bu sebeple çıtayı ve ölçme ve değerlendirme yöntemini de Türkiye’nin belirlemesi beklenir.
ABD’nin standartları olsa da olmasa da kendi alanlarında gerçek bilimsel çalışmalar yapan, unvan için değil bilgi üretmek için çalışan bilim insanlarımız eleştirilerin dışında tutulmalıdır. Bir çıta ve denetim belirlenecekse onların görüşleri ve talepleriyle yapılmalıdır. Türk Dili ve Edebiyatı, Türk Tarihi, sanat tarihi ve arkeoloji alanlarından her yeni nesil öncekini tamamlayarak aşarak yola devam etmektedirler.
Türkoloji’de de diğer bilim dallarında olduğu gibi unvan alarak “mış” gibi yapanlar Arnavutluk, Yunanistan, Hindistan, Malezya, İndonezya gibi gibi ülkelerde sözde hakemli ve indeksli dergilerle oyalanabilirler. Benim üniversiteye katıldığım 1968 yılından kopyala yapıştır imkânı sağlayan bilgisayarların yaygınlaşmasına kadar tez olsun bildiri makale olsun çok önemli üç ölçüt vardı. Orijinal olmak mutlaka bir tezi veya antitezi olmak, bilimsel etiğe uymak. İlgi çekicidir 1982 yılında YÖK’ün kurulmasından sonra akademik yükseltilme ve atama kuralları değiştiğinde uluslararası atıf almak dahil yeni talepler için ben dahil pek çok akademisyen zaten yeni kurallara uygun çalışmalara sahip olduğumuzu fark etmiştik. Evrensel kriterlere göre çalışma yapıldığında unvan ve makamlar doğal olarak kazanılabilir. Son yıllarda unvan ve makamı elde etmek için düzenlenen orijinal olmayan, tez ve bilimsel etiğe uymayan pek çok çalışma ile indeksli dergi şartını yerine getirmiş Dr., Doçent ve Profesör bulunması üzüntü vericidir. Öğrencilerime bilim insanı akademisyen olmak ayrı bir emek ve disiplindir. Her isteyen doçent, profesör olur ama bilim insanı olamaz diyerek tercihlerini ona göre yapmalarını hatırlatıyorum. Ülkemizdeki hakemli dergilerin hakemlerinin cehaleti ise ayrıca bir araştırma konusu olarak önümüzde durmaktadır.
İslami Bilimlere gelince mensup oldukları dinin kutsiyetini şahıslarında vehmeden din adamları ve üniversite mensupları Osmanlıdan beri tam anlamadıkları ve yorumlayamadıkları metinleri naklederek kasılanlar, Atatürk tarafından görevlendirilen İslam bilgini Elmalı Hakkı Yazır’dan bu yana ele gelir hiç bir şey üretmemiştirler. Kadın düşmanlığı ve korkusuna dayalı olarak kadınları, paketleyip hayatın dışında tutmanın yolları ve dizleri bükülmeyenlerin camilerde sandalyeye oturmamaları ile ilgili fetvalarla uğraşmaktadırlar. Yunus Emre’nin defalarca tekrar ettiği bir kusur arayacaksan sen kendine bak; yaradılanı severiz yaradan ötürü gibi temel kurallar unutulmuş görünmektedir. Allaha şirk koşarak herkesi yargılamak bu beylerin asli uğraş alanlarıdır.
Maalesef, eğitim, psikoloji ve sosyoloji alanları da bütünüyle tercüme anketlerle yürütülen dikkate değer gelişme gösterememiş alanlardır. İndekse girseler de çıksalar da bilimsel gelişme adına anlam taşımazlar. Ülkenin ihtiyaçlarını karşılamayan çalışmaların evrensel değeri de olmaz.
Dünyada yoksul ve problemli ülkelerin büyük çoğunluğunu İslâm Ülkeleri teşkil ettiğinden İslâm dininin, bilime ve keşiflere engel olduğu ileri sürülmektedir. Halbuki bilim tarihine baktığımızda İslâmiyet’in doğuşundan sonra Arap-Fars- Türk kültür dairesinde olağanüstü bir aydınlanmanın yaşandığını görüyoruz. Mesele İslam’ın kendisi değil kendini Allah yerine koyarak ahkâm kesenlerde olduğunu görüyoruz. Taküyidd’inin İstanbul’a yaptırdığı gözlem evini, Allah’ın işine karışmak diye nitelendirerek yıktırtan şeyhülislâmın zihniyeti onlarca ilâhiyat fakültesine rağmen halen devam etmektedir. Bilim tarihine baktığımızda meselenin İslam’dan değil Müslümanların folkloru din kabul etmelerinden ve yanlış ve ufuksuz yorumlarından kaynaklandığını görüyoruz.
Kaynaklara baktığımızda İslâmiyet sonrası Türk Devletleri Karahanlılar, Gazneliler, Harzemşahlar, Selçuklular ve onların kolları sayılabilecek Mısırda kurulan Türk Devletleri Ihşıdiler, Tolunoğulları, Eyyübiler ve Memluklar, Timurlular, Anadolu’da birinci ve ikinci dönem Anadolu Beylikleri dönemlerinde teorik ve pratik dikkat çekici bilimsel çalışmalar yapılmış, rasathaneler/gözlemevleri, hastaneler kurulmuş, medreseler pozitif bilimleri de okutur ve araştırır yapılar kazanmıştır(Türkeş Günay 2015).
Büyük Selçuklu Devletinde Sultan Alparslan’dan itibaren bütün hükümdarlar dönemlerinde bağımsız binası, ihtisas kütüphanesi bulunan yatılı ve burslu bugünün üniversitesine eşdeğer pek çok medrese açılmış eğitim, öğretim ve araştırma kurumları yaygınlaştırılmıştır. Sultan Sencer zamanında Belh, Merv, Nişabur önemli sanat ve ilim merkezleri haline gelmiştir. Selçuklu hükümdarları bilim, sanat, din adamlarını korumuşlar; başta Tuğrul Bey olmak üzere imara önem vererek şehirler kurdurmuşlar ve sanat değeri yüksek Selçuklu üslubuyla askeri, dinî ve sivil mimari eserlerin yapılmasına öncülük etmişlerdir. Fetihler yerleşik medeniyetin gereği olan mimari ve bilimsel gelişmeyi engellememiş; fetihlerin ardından hızlı imar ve eğitim ve öğretim faaliyetleri yer almıştır.
Evrensel medeniyet açısından Türklerin İslamiyet’i kabullerinden itibaren Osmanlılara kadar Türk devletlerinde ortak özellik, yeni bir dinle birlikte girdikleri Arap-Fars medeniyet dairesi içinde çok kısa bir sürede mimariden edebiyata, İslami bilimlerden felsefe, tıp, astronomi, kimya, ve matematik gibi pozitif bilimler de dahil olmak üzere çeşitli alanlarda dikkat çekici çalışmalar yapmış olmalarıdır. Kısa bir sürede Arap- Fars- Türk kültür ve medeniyet dairesinin önemli bir paydaşı olmuşlardır. Dünya sanat tarihi ve bilim tarihinde önemli yere sahip eserler yaratmışlar ve âlimler yetiştirmişlerdir.
Bu dönemde genellikle ilim dili Arapça, edebiyat ve sanat dili Farsça olduğundan eserlerin büyük çoğunluğu bu dillerde yazılmakla beraber I. ve II. Dönem Anadolu Beyliklerinde geniş halk kitlelerine ulaşmak için Arapça ve Farsça eserlerin Türkçeye tercüme edilmesine özen gösterildiği gibi yeni yazılan eserler de Türkçedir.
Fârabî, İbni Sinâ, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Takuyüddin gibi çok tanınmış bilim adamları yanında daha onlarca değerli Türk âliminin buluşları ve eserleri Batı Rönesansının doğuşunda kaynak olarak kullanılmıştır. Tolunoğulları (875-905); İhşidiler (935-969); Karahanlılar (840-1212); Gazneliler (969-1187); Harzemşahlar (1097-1231); Büyük Selçuklu İmparatorluğu (1040-1157); Kirman Selçuklu Devleti (1043-1187); Suriye Selçuklu Devleti (1078-1117); Irak Selçuklu Devleti (1092-1194); Türkiye Selçuklu Devleti (1078-1308); Fars Atabeyliği/ Salgurlular (1147-1284); Azerbaycan Atabeyliği/İldenizliler/ Eldenzliler (1146-1225); Erbil Atabeylikleri/Begteginliler (1146-1232); Şam Atabeyliği/Böriler (1128-1154); Musul-Sincar-Halep Atabeyliği/Zengiler (1127-1259); Eyyubiler (1171-1252); Memluklar (1250-1517); Timur Devleti(1370-1507) ve I. Ve II. Anadolu Beyllikleri gibi farklı isim ve bazıları farklı coğrafî sahalarda bulunan Türk devletlerinde sanat ve bilimsel çalışmalar sürekli birbirlerini tamamlayarak ilerlemiştir. Bu dönem, Türk tarihi kadar evrensel medeniyet tarihi ve bugün pek zor şartlarda bulunan bu coğrafya halkları için de takdire şayan bir dönem niteliği taşımaktadır.
Mısır ve Mezopotamya’da ( M.Ö. 3000- 335) başlayıp, Antik Yunan dünyasında (M.Ö. 750-146) önemli bir değişim ve gelişim yaşayan bilim ve felsefe alanındaki çalışmalar bu uygarlıkların çöküşüyle birlikte durmuştur. Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışı ve Hıristiyanlığın yaygınlaşıp güçlenmesiyle Avrupa Rönasans’a kadar devam eden Karanlık Çağa girmiş ve bu dönemde bilimsel çalışma yapılmamıştır.
Avrupa’da Karanlık Çağın başlamasından kısa bir süre sonra tarih sahnesine çıkan şeklini ve dinamizmini İslamiyet’ten alan İslam dünyası, kısa sürede Akdeniz çevresindeki topraklarda Yunan ve Roma’da üretilmiş değerli bilimsel ve felsefi eserleri tercüme yoluyla öğrenme ve özümseme faaliyeti başlatmıştır. M.S. 7. yüzyıldan itibaren, başta İskenderiye olmak üzere İran, Akdeniz’in güney kıyıları ve İspanya’ya yapılan fetih hareketlerini hızlı entelektüel faaliyetler izlemiştir. Bu bölgedeki bilimsel ve felsefi birikim çeviri yoluyla Arapçaya kazandırılmıştır. Bu birikimi Müslüman bilim adamları özümlemişler, eleştirerek geliştirmişler ve yeni katkılarla ilerletmişlerdir. M.S. 8. yüzyıldan itibaren İslam dünyası, dünyanın entelektüel lideri hâline gelmiştir. Yunancadan Arapçaya yapılan çeviriler arasında bulunan Platon/Eflâtun’un Devlet’i ve Kanun kitapları, Aristoteles’in Organon adlı mantık kitabı, Eukleides’in geometrinin temel kitabı olan Elementler’i ve Batlamyus’un /Polemaios’un bütün zamanların en önemli astronomi kitabı kabul edilen Almagest adlı eseri bugün de temel çalışmalar olarak kabul edilmektedir. Çeviri faaliyetleri çerçevesinde Hint bilim adamlarına ait değerli eserler de Arapçaya kazandırılmıştır. 6. yüzyılda Hindistan’da yaşamış önemli bir astronom ve matematikçi olan Brahmagupta’nın astronomi, matematik ve trigonometri açısından çok değerli eseri “Siddhanta” Arapçaya çevrilmiştir. Uzak Doğu’nun bazı ülkelerinde bugün de okutulan Hintlilerin tıp alanında ansiklopedik eseri Susruta’nın Arapçaya çevrilmesiyle embriyoloji, anatomi, fizyoloji, patoloji, tedavi, cerrahi ve toksikoloji alanında önemli bilgiler İslam dünyasına ulaşmıştır. 8. yüzyılda başlayıp 12. yüzyıldan itibaren etkinliğini kaybetmeye başlayan bu olağanüstü bilimsel araştırma ve kültürel çalışmalarla sağlanan ilerlemenin temelinde Hz. Muhammed tarafından çeşitli hadislerle de desteklenen Kur’an ayetlerinin bilime karşı olumlu yaklaşımının rolü açıktır.
Bilime gösterilen bu büyük ilgi sonucu bilimin gelişmesini sağlayacak altyapıyı oluşturmak üzere yapılan çalışmalar arasında Bilgelik Evi, Gözlem evleri ve tedavi kurumları olarak hastaneler temel üç önemli yapıyı oluşturmuştur. Abbasiler döneminde araştırma ve eğitim kurumu olarak kurulan Beytü’l-Hikme/Bilgelik Evi’inde hem çeşitli dillerden önemli eserlerin tercümeleri yapılmış, hem bilimsel araştırmalara destek verilmiş, ayrıca her hafta bilimsel toplantılar yapılarak âlimler görüş ve bilgi alışverişinde bulunmuşlardır. Bilim adamlarına ve eserlerine çok değer verilmiş ve her türlü katkıda bulunulmuştur. Bilgelik Evinde çok zengin bir de kütüphane kurulmuştur. Emevilerden itibaren kurulmaya başlanan gözlem evlerinde düzenli olarak astronomik olaylar izlenirken, dikkatle ve özenle hazırlanan aletler ve zengin kütüphaneler astronomların hizmetinde bulundurulmuştur. İslam dünyasında ilk hastaneler Emeviler döneminde kurulmuş, Abbasi ve Türk devletlerinde gelişerek devam etmiştir. Bu bilimsel alanların hepsinde Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra Arapların oluşturmakta oldukları bilimsel gelişmelere olağanüstü katkılarda bulunmuşlar ve onların bıraktıkları yerden hızla devam etmişlerdir. İslamiyet’in yayılmasında ve klâsik dönem İslam biliminin gelişmesinde Tolunoğulların, Ihşidîlerin, Karahanlıların, Gaznelilerin, Harzemşahların, Selçukluların, Eyyûbîlerin, Memlûkların, Timurluların I. ve II. Anadolu Beyliklerinin büyük katkıları olmuştur. Devlet seviyesinde bilimsel gelişmeler yönlendirilmiş, desteklenmiş ve ödüllendirilmiştir. Bu dönemdeki önemli Türk bilim adamları : kuramsal ve deneysel araştırmalarla kimyanın gelişimine yön veren Câbir İbn Hayân İbn Abdullah Ebu Musa el-Kufî, el-Sufî’in hayatı hakkında fazla bilgi tespit edilememiştir. Çalışmaları doğuda ve batıda çok iyi bilinen ve 200 eseri bulunan Câbir İbn Hayân batıda Geber adıyla tanınmaktadır. 12. yüzyıldan itibaren eserleri Lâtinceye çevrilen Câbir’in eserleri kimyanın gelişmesinde temel olmuştur. Kimyada element fikrinin doğmasına yol açan Câbir’in görüşlerine dayanılarak yapılan çalışmaların tıbbın şekillenmesinde de etkin olduğu kabul edilmektedir.
Cebir biliminin kurucusu olan, Ebu Abdullah Muhammed bin Musa, 9. yüzyılda Harezm’de doğduğu için, “Harezmî“ adıyla tanınmaktadır. Harezmî 850 yılında Bağdat’a ölmüştür. Türk bölgesi olan Hive’nin Harezm şehrinden dönemin en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’a gelmiş ve burada tahsilini tamamlamıştır. Eski Mısır(M.Ö.3000- 670) , Mezopotamya (M.Ö.4000-539), Grek/Yunan( M.Ö.756-146) ve eski Hint( M.Ö. 3300-M.S.1.) medeniyetlerine ait eserlerle zenginleştirilmiş Bağdat Saray Kütüphanesinde ve Beytü’l-Hikme/Bilgelik Evinde çalışmıştır. Özellikle, aritmetik ve cebirle ilgili iki eseri matematik tarihinin gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir. Harezmî’nin el-Kitâbü’l Muhtasar fî Hisâbi’l-Cebr ve’l-Mukâbele/Cebir ve Mukâbele Hesabı’nın Özeti adını taşıyan eseri bu alanda yazılmış ilk müstakil kitaptır. Harezmî bu çalışmasında birinci ve ikinci dereceden denklemlerin çözümleri, binom çarpımları, cebir problemleri gibi konuları işlemiştir. Trigonometri alanında sinüs ve kosinüsü ilk defa Harezmî kullanmıştır. İslam dünyasının buluşu olan trigonometrinin Batıya girişi bu eserler vasıtasıyla olmuştur. Nil Nehrinin Batı Afrika’dan veya cennetten doğmayıp bir gölden çıktığını bildiren Nil’in kaynağını ve yatağını gösteren haritayla birlikte bu kuram daha sonra “Batlamyus-Harezmî Kuramı” ismiyle tanınmıştır. Coğrafya alanında da önemli çalışmaları ve katkıları bulunan Harezmî’nin pek çok çalışması çeşitli kütüphanelerde bulunmaktadır. Harezmî’nin çağdaşı olan Abdülhamid İbn Türk, “Türk“ lâkabını taşıyan nâdir Türk bilim adamlarından biridir. Cebir konusundaki kitabında ikinci dereceden denklemler ve çözümleri Harezmî’den daha daha ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Bu denklemlerin bazılarının iki çözümü olduğunun bazılarının çözümünün olmadığını ispatlayarak, cebir konusunda Harezmî’nin çalışmalarını geliştirmiş ve mükemmelleştirmiştir. Üç önemli kitabı vardır. Asıl adı Ca’fer İbn Muhammed el-Belhi olup, Horasan’ın Belh kentinde doğan Ebû Ma’şer, İslam dünyasının sayılı astronomlarındandır. İran tarihi, Horasan’da konuşulan diller gibi kültür alanında çalışan Ebû Ma’şer, 47 yaşından sonra astronomi ve coğrafya alanlarına yönelmiştir. Bu alanlarda enlem boylam hesapları ve gel-git olayıyla ilgili önemli çalışmalar yapmıştır. Madenler ve madenlerin oluşması ile ilgili kısa kozmolojik bir eseri, iklimler, burçlar/ zodiyak sistemi ve bir yıldız kataloğu yanı sıra, gezegenler ve burçlarla ilgili “Kitab’ül-Kırânât” adlı eseri döneminin önemli çalışmaları arasında yer almıştır.
Dokuzuncu yüzyılın ünlü bir astronomu olan Fargânî, Türkistan’ın Fergâna bölgesinde yetişmiş ve diğer pek çok âlim gibi devrin kültür ve bilim merkezi olan Bağdat’a yerleşmiştir. Astronomi alanında yazdığı Astronominin ve Göğün Hareketlerinin Esasları/ Cevâmî İlmen-Nücûm ve’l-Harekât es- Semâviye adlı eseri 12. yüzyıla kadar pek çok kere Lâtinceye çevrilmiş ve 13. yüzyıla kadar bir el kitabı olarak kullanılmıştır. Dante’nin (1261-1321) İlâhi Komedya’sında yer alan evren görüşü Fergânî’den alınmıştır. Fergânî’nin bu çalışmasıyla birlikte 6 eseri vardır.
874-950 yıllarında yaşamış olan Ebû Nasr Muhammed İbn Muhammed İbn Tahran İbn Uzluk el-Fârâbî, Türkistan’ın Fârâb vilâyeti, Vâsic kasabasında doğmuştur. Babası halifenin ordusunda görev aldığı için Bağdat’a taşınmışlar ve Fârâbî, Bağdat’ta iyi bir eğitim almıştır. Fârâbî, Türk filozofu ve siyâset bilimcisi olarak tanınmakla beraber, tıp dışında bütün bilim alanlarında eserleri bulunan çok yönlü bir âlimdir. Fârâbî, fizik alanında ilk defa havanın cisim olduğunu kanıtlamış, optik konusundaki çalışmalarıyla görme faaliyetine açıklık kazandırmıştır. Simya alanında da önemli çalışmalar yapmıştır. Onlarca değerli eseri günümüze ulaşmıştır.
Yerleşik inançları sorgulayan felsefi düşünceleri ile tanınan, katıksız bir rasyonalist olan Muhammed İbn Zekeriyyâ Râzî 865-925 tarihleri arasında yaşamıştır. Felsefe yanında kimya ve tıp alanlarında yapmış olduğu çalışmalarla bilim tarihi içinde önemli bir yeri vardır. Doğduğu şehir olan Rey’de ve daha sonra Bağdat’ta hastanelerde başhekim olarak çalışmıştır. İbn Sîna’ya kadar Doğuda ve Batıda en başarılı hekim olarak tanınmıştır. Tıp ve Kimya alanında önemli tespit ve keşifleri bulunmaktadır.
940-998 yılları arasında yaşamış olan Eb’l-Vefa El-Buzcânî, küresel astronominin problemlerinin çözümü için trigonometri bağlantısının önemini anlayarak çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırmıştır. İki önemli gözlem evinde çalışmış, astronomide ortak çalışma geleneğini başlatmıştır. Kendisi Bağdat’a, Birunî Harezm’de 997 yılında ay tutulmasını izlemişler ve iki kent arasında bir saat farkın bulunduğunu tespit etmişlerdir. Buradan iki kent arasındaki boylam farkını doğru olarak hesaplamışlardır. Gözlem için büyük boyutlu aletler yaparak daha sağlıklı gözleme yollarını araştırmıştır. Çalışmalarının sonucunda birikimlerini aktardığı değerli kitaplar yazmıştır.
980-1037 yılları arasında yaşamış olan İbn Sina, başta tıp olmak üzere, metafizik, fizik, optik, kimya, matematik ve jeoloji alanlarında değerli çalışmalar yapmış bulunan çok yönlü Türk bilim adamlarından biridir. İbn Sinâ’nın hekim olarak tespit ve keşiflerinin etkisi batıda 16. yüzyıla doğuda 19.yüzyıla kadar devam etmiştir. Tıp alanında bugün de önem verilen beş kitaptan oluşan “El Kanun fî’t-Tıb” isimli çalışması 19. yüzyıla kadar el kitabı olarak kullanılmıştır. Bir tıp ansiklopedisi niteliğinde olan bu eser anatomi, fizyoloji, patoloji, cerrahi, terapi ve farmakoloji alanlarında açıklamalı bilgiler ihtiva etmektedir. İbn Sinâ’nın fizik alanındaki çalışmaları 11. yüzyılda yapılmakla beraber modern çağ mekaniğine yaklaşan değerlendirmelere sahiptir. Onun çalışmalarının pek çoğu Latinceye çevrilerek, batının aydınlanma çağında kaynak olarak kullanılmıştır. Müzik dahil çeşitli alanlardaki tespit, öneri ve keşifleri ile tek başına bir araştırma kurumu, üniversite gibi çalışmış ve insanlığa onlarca değerli eser bırakmıştır.
11. yüzyılda yaşayan astronomi, matematik, kimya ve kültür tarihi alanlarında çalışmış çok yönlü ve önemli Türk bilim adamlarından biri de Birûnî’dir. Birûnî ve İbn Sinâ birbirleriyle mektuplaşarak görüş alış verişinde bulunmuşlardır. Zaman zaman birbirlerini eleştirdikleri bu mektuplardan birinde İbn Sinâ, Birûnî’ye “ tek tek olgular üzerinde durmanın bütünü görmeyi engelleyeceğini” yazması üzerine Birûnî de İbn Sinâ’ya “gerçeklerin ayrıntıda ve teklerde gizli olduğunu” yazmıştır. Birûnî, İslam dünyasında kültür tarihi alanında çalışan nadir bilim adamlarından biridir. Kültür tarihi çalışmalarında “Tahkik ma li’l-Hind” adlı çalışmasında Hindistan’ın coğrafî yapısı, dağları ırmakları, şehirleri, halkları, dinleri, ırkları, ölçü birimleri, edebiyatları, hayat tarzları hakında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Gazne Sultanı Mesud için 1030 yılında yazdığı “Mesud’un Kanunu” isimli astronomi kitabı, İslam dünyasında yazılan en kapsamlı eserlerden biridir. Birûnî, farmakoloji alanındaki son eseri olan Saydana’da kendi ana dili Türkçe ile bilimsel eser yazılmadığını bu sebeple Arapça ve Farsça yazmakta zorlandığını da ifade etmiştir. Fars dilinin hikâye anlatmaktan başka işe yaramadığını da söylerken İslamiyet’ten sonra Osmanlıca şekilleninceye kadar ilim dili olarak Arapçanın, edebiyat dili olarak Farsçanın kullanılışını eleştirmiş olmalıdır. Onlarca değerli esere sahip Birûnî de diğer Türk bilim adamları gibi kendi çağının ötesine ses bırakmıştır.11. yüzyılın sonu ile 12. yüzyılın başı arasında yaşayan Merv’de doğan Hâzinî, Sultan Sencer’in desteğini almış felsefe cebir ve geometri yanında metal ve taşların birim ağırlıklarını bulmak için terazi benzeri aletler keşfetmiştir. Teraziler, kantarlar, kaldıraçlar konusunda bir de kitap yazmıştır. Sultan Sencer adına bir de astronomi kitabı yazmıştır.
Geometri, trigonometri ve astronomi başta olmak üzere bilimin ve felsefenin çeşitli alanlarında çalışmalar yapan Nasîrüddin Tûsî 1201-1274 tarihleri arasında yaşamıştır. Tûs kentinde doğan Nasiîrüddin Tûsî, Hasan Sabbah’ın yönetimi altındaki İsmâilîler tarafından kaçırılarak Alamut kalesine hapsedilmiştir. 1256 yılında İlhanlı hükümdarı Hülagu, Alamut Kalesi’ni ele geçirmiş ve Tûsî’yi kurtararak vezir yapmıştır. Tûsî geometri ve astronomi alanlarında Eski Çağ Yunan bilginlerinin eksik ve yanlışlarını düzeltmiştir. Bu sebeple kendi adıyla anılan buluşları bulunmaktadır. Trigonometri alanında da önemli çalışmalar ve yenilikler getirmiştir. Buluşları ve yorumlarıyla doğu ve batı ilmini etkilemiştir. İslam dünyasında trigonometri, astronomik hesaplarda kullanıldığı için, bu alandaki çalışmalar Tûsî’ye kadar astronomi kitaplarının başında yer almaktadır. Tûsî trigonometri alanında ilk bağımsız eser olan “Şeklü’l-Kattâ/Kesenler Teoremi” adlı kitabı yazmıştır. Pek çok değerli eseri olan Tûsî, çalıştığı bilim alanlarına büyük katkıda bulunmuş Türk bilim adamlarındandır.
Maveraünnehir bölgesinde Kaş şehrinde doğan Gıyaseddin Cemşid 1429’da ölmüştür. Semerkant Gözlemevinde çalışan Cemşid’in astronomi ve matematik alanındaki çalışmaları 16. ve 17. yüzyıllardaki önemli çalışmaların temeli olmuştur. 6 eseri günümüze ulaşmış, kendi döneminden itibaren batı dillerine çevrilmiştir.
Bu dönemde edebiyat, fıkıh, kelâm, felsefe ve tasavvuf alanlarında da çok değerli Türk âlimleri yetişmiştir. İbni Sinâ, Birûnî, Fârâbi ve Gazali gibi çok yönlü eserler veren büyük âlimler yanında uzmanlık alanları sosyal bilimlerle sınırlı olan değerli âlim ve sanatçılar da medeniyetin yükselişine katkıda bulunmuşlardır. Gazneli döneminde, 1077 yılında ölen ve Gazne tarihini yazan Eb’ul-Fadl Muhammed ibn Hüseyn Kâtip el-Beyhakî. Karahanlılar döneminde Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hacip ve Edip Ahmed Yüknekî, Divan’ü Lügatit Türk, Kutad gu Bilig ve Atabetü’l Hakayık ile günümüze abide eserler bırakmış bilginlerdir. Bu değerli eserler ve yazarları Türk entelektüel birikimini sergilemesi açısından çok önemlidir. Bu türlü eserler ancak yeterli bilgi ve kültür birikimine sahip ortamlarda ortaya çıkabilirdi. İslâmiyet sonrası Türk aydınlanmasını temsil eden bu dönemin bilgi ve yaratıcılık bağlamında ayrıca değerlendirilmesi çok yararlı olacaktır. İslâmiyet’ten sonra hızla pozitif bilimlerde ilerleme gösterilmesi önceki dönemden entelektüel ortam ve zihniyetin varlığını göstermektedir. Karahanlılar öncesi Türk tarihinin entelektüel ve bilimsel faaliyet açısından araştırılması gerekmektedir.
Nizamiye Medreseleri’nin kurucusu ve Siyâsetnâme adlı önemli eserin yazarı Sultan Alp Arslan ve Melikşah’ın veziri Nizam’ül Mülk ve 1186 yılında ölen Hâkim Ata lâkabıyla tanınan toplumu bilgilendirici ve aydınlatıcı şiirlerin sahibi Süleyman Bakırgânî, Fıkıh alanında, Muhammed İbn Ahmed ibn Abî Sehl Ebu bekr el-Serahsî, Ebu’l Leys el-Semerkantî; Kelâm geleneğinin öncüleri Şehrestânî, Mekke’de ve Medine’de ders vermesinden dolayı İmamu’l-Haremeyn olarak bilinen ve çok yönlü âlim Gazâli’nin de hocası olan Ebu’l-Meâlî Abdülmelik el- Cuveynî, eserleri İslam hukuk felsefesinin oluşmasına kaynaklık etmiştir. 1153 yılında vefat eden Şehrestânî’nin, “el-Milel ve’n-Nihel “adlı eseri dünya felsefe tarihi niteliğindedir. Gazalî ile birlikte tasavvuf felsefe karakteri kazanmıştır. Gâzalî, “ Ihyâ’ul Ulûmu’d-Din” adlı eseri ile sistemli bir dünya görüşü kurmuştur. Çok yönlü âlimlerden olan İbn Sinâ ve Fârâbî, batı dünyasını da uzun süre etkileyen felsefe sistemi kurarken, tasavvuf ve felsefe alanlarında eser veren Gâzâlî de modern felsefenin ulaştığı birçok görüşün öncülüğünü yapmıştır. Selçuklu dönemi mutasavvıfları Kuşeyrî/Kuseyri ve Gâzâlî dinde hoca, tarikatta şeyh hüviyetli âlimler vasıtasıyla tasavvuf, İslam toplumlarındaki anlamını değiştirerek akılla sezgiyi dengelemiş, İslam dışı unsurlardan arınarak Sünniliğin hizmetine sunulmuştur. Böylece sosyal ve dinî çatışmalara sebep olan şeriat-tarikat çatışması engellenmiştir. Fâtîmî propagandaları da bu yolla engellenmiştir. Bu yolla hem Selçuklu Devleti’nin bütünlüğü hem de sosyal yapı ve toplum barışı sağlanmıştır. 750-1100 tarihleri arasındaki süreç Türk ve dünya bilim ve düşünce tarihinde çok verimli ve önemli bir dönemdir.[1]
Türkiye Selçuklu döneminin en önemli sosyal oluşumu Ahiliğin kuruluşu ve gelişimidir. Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ikinci saltanat döneminde onun himayesinde kurulan Ahilik kurumu, kadınların ve erkeklerin eşit ölçülerde görev aldığı sosyal, kültürel ve siyasi bir kuruluştur. Ahiyân-ı Rum ( Burada Rum Anadolu anlamındadır.) olarak da isimlendirilen bu kurumun kadınlar örgütü “Bacıyân-ı Rum/Anadolu Bacıları” diye isimlendirilmiştir. I. Gıyaseddin Keyhüsrev, Kayseri’de hem erkekler hem kadınlar için bir sanayi sitesi inşa ettirmiştir. Ahilik kurumu 13. yüzyılda önce Kayseri ve orta Anadolu’da teşkilatlanmıştır. Özellikle Türkmenlerin Ulu Sultan diye adlandırdıkları Alâaddin Keykubad döneminde bütün Anadolu’ya yayılarak devlet yapısı içinde de yerlerini almıştır. Bu dönemde belediye ve emniyet hizmetlerini ahilik teşkilâtı ve Bacıyan-ı Rum yürütmüştür. Ahilik önce Azerbaycan’ın çeşitli kasaba ve şehirlerindeki Türkmen esnaf ve sanatkârları arasında doğmuş(Asger Ahmed 2018), Anadolu’da örgüt hiyerarşisi kazanarak kurumlaşmıştır. Ahlatşahlar/Sökmenoğulları Devleti’nde ahilik yaygın olduğundan, Anadolu’ya öncü ahiler bu yörelerden gelmişlerdir. Anadolu Ahi teşkilâtının kurucusu Ahi Evren/Evran adıyla ünlenen Hace Nasîrüddin Mahmud, o dönemde Sökmen eline/ Ahlatşah devletine dahil olan Hoy’ludur. Hoy /Köy bugün Azerbaycan topraklarındadır.
Türkiye Selçukluları Devletinde ve Orta Anadolu’da yüz yıldan fazla hükümran olan Danişmendoğulları Devletinde de Büyük Selçuklu Devletinde olduğu gibi bilime ve bilimsel araştırma ve çalışmalar fevkalâde önem verilmiştir. Danişmenoğulları Devleti, Selçuklu Devleti tarafından hâkimiyet altına alındıktan sonra da Danişmend illerinde bilimsel faaliyetler devam etmiştir. Türkiye Selçuklu Devletinin ilk 150 yılında ve Danişmendoğulları döneminde Anadolu’da yazılan eserlerin hemen tamamı tıp, astronomi, matematik, felsefe gibi aklî ve tabiî bilimler/pozitif bilim alanlarına aittir.
Danişmendoğulları ve Türkiye Selçukluları da İslâmiyet’i akılcı yorumla benimsenerek bilimsel çalışmaları desteklenmiştir[2]. Bu dönemde bilimsel faaliyet kültür merkezleri Sivas, Tokat, Amasya, Diyarbakır, Mardin, Konya, Kayseri’dir. Selçuklu ve Beylikler bu merkezlerde medreseler, kütüphaneler, gözlemeleri, tedavi kurumları yaptırmışlardır. Büyük Selçukludan gelen bilimsel birikim Türkiye Selçuklu ve Beylikler dönemlerinde devam ettirilmiştir.[3] Türkiye Selçuklu Sultanları ve devlet adamlarının doğaya, bilime ve felsefeye duydukları ilgi bilim adamlarını bu alanlarda eserler vermeye ve fikir üretmeye yöneltmiştir. Bu alandaki çalışmalar bilimin iş alanlarında uygulanması ve halkın bilimden yararlanması düşüncesinden doğurmuştur. Bilimin işe ve uygulamaya dönüştürülmesi için II. Kılıç Arslan zamanında Kayseri’de yaşayan Tiflis’li Hubeyş bin İbrahim “ Beyanü’s-sınaat” adlı bir eser yazmıştır. Bu eserde yazar, sanat alanında bilimden yararlanmanın yollarını göstermiş ve sanat alanında bilimden yararlanmak gerektiği görüşünü savunmuştur. Aynı dönemde, Diyarbekir Artukluları Devri bilgini Cizre’li Ebu’l İzz İsmail bin er-Rezzaz, 1205 yılında “ el-Câmi’beyne’l-ilm ve’amel/İlim ile Uygulamanın Birleştirilmesi” adlı bir eser yazmış ve bu eserinde pek çok otomatik makine ve robot projesi çizerek ilmin amele/uyulamaya dönüştürülmesi yollarını göstermiştir. Bu çalışma aynı zamanda bu günün robotların ve su motorlarının, otomatik sanayinin öncüsü olarak Batıda çok büyük alaka görmüştür.
Danişmendoğullarının Kayseri şehir muhafızı olan ve İbnü’l Kemal adıyla ünlü Kayserili İlyas bin Ahmed/Danişmendoğlu Ahmed, Melik Gâzi’ye sunduğu “Keşfü’l-akabe” adlı astronomi kitabında, bilim adamlarının bilimi hayata uyguladıkları ölçüde değer kazanacakları görüşünü dile getirmiştir. Bu ve benzeri çalışmalarda savunulan görüşler Anadolu’da zanaat erbabı olan Ahiler tarafından hayata geçirilmiştir. Anadolu Ahi teşkilâtının kurucusu Ahi Evran/Evren da eserlerinde bilimi iş ve sanat alanlarında kullanmanın şart olduğunu anlatmıştır. Ahi Evran/Evren, bir eserinde insan ruhunda nazarî/teorik ve amelî/pratik güçler bulunduğunu bu iki gücün birlikteliği ve bilimle oluşan ruhtaki irade ve kudretin pratik gücü meydana getirdiğini, bu gücün iş ve üretime yönlendirilmesinin şart olduğunu savunmaktadır. Anadolu’da Ahi teşkilâtının kuruluş amaçlarından biri de bilimi çeşitli zanaat ve sanat alanlarında uygulamaya koymak ve bu uygulamalardan toplumu yararlandırmak ülküsüdür. Anadolu’da Ahi teşkilâtı tabiat bilimleri alanındaki çalışmaların ışığında kurulmuştur.
1243 Kösedağ yenilgisinden sonra Selçuklu hükümranlığı üzerinde 1335 yılına kadar devam eden İlhanlı-Moğol iktidarı Ahi Evren/Evran/ Hace Nasirüddin Mahmud ve arkadaşlarının üzerinde şiddetli baskı ve takip uygulayarak Ahi eserlerinin yayılmasını ve okunmasını engelleyerek ahiliğin yarattığı bilimsel geleneğin Anadolu’da devamlılığını durdurmuştur. Bu sebeple Osmanlılara Ahiliğin bilimsel birikimi intikal etmemiş, Osmanlı uleması Ahiliğin piri Ahi Evrenin eserlerini tanımamıştır. Moğol istilâsıyla birlikte 13. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren çok sayıda mutasavvıf ve dervişin Anadolu’ya sığınmalarıyla tasavvuf zümreleri çoğalmış ve tasavvufî düşünce ve yaşama tarzı pozitif ve bilimsel düşüncenin önüne geçmiştir. Moğol – İlhanlı iktidarının Anadolu’da yaptığı baskı, katliam ve zulümler halkın tekke ve zaviyelere meylederek teselli aramalarına sebep olmuş, aklî ve tabiî ilimlere/pozitif bilimlere ilgi azalmıştır. Kırşehir’de Ahi Evren ve arkadaşlarının katli gibi pek çok âlim katledilmiş, canını kurtaranlar Anadolu’dan kaçmışlardır. Böylece kültürlü ve bilge bir nesil yok edilmiştir. Moğol-İlhanlı hâkimiyeti, Türkiye Selçuk Devletinin siyasi otoritesini ve ekonomik gücünü zayıflattığı için 1243’ten sonra âlim ve sanatkârlar devlet tarafından himâye edilememiştir. Bu sebeple âlimler Anadolu’yu terk etmişlerdir. 13. yüzyılın sonlarında kurulan II. Anadolu Beylikleri bir ölçüde yeniden âlim ve sanatçılara sahip çıkmışlardır.
Moğol iktidarının himayesini kazanan Mevlâna Celâleddin Rumî, babası Bahaüddin Veled, hocaları Seyyid Burhaneddin-i Tirmızî ve Şems-i Tebrizî oğlu Sultan Veled, Eş’arî ekolüne mensup olarak akla ve akılcılığa karşı olmuşlardır. Bu yaklaşım aklî ilimlerin ve felsefenin dışlanmasını beraberinde getirmiş ve Anadolu’da bilimsel gelişme durmuştur. Bu gelişmeler Ahiliğin kuruluş dönemindeki bilimsel zihniyetin Osmanlılara intikalini engellemiştir. Moğol iktidarı döneminde Ahi ve Türkmenlere uygulanan baskı ve şiddetle yok etme siyaseti sonucunda Türkmen birikimi temsil eden Ahi Evren, Taptuk Emre, Yunus Emre, Evhadüdin-i Kirmanî, Baba İlyas Horasanî, Hacı Bektaş-ı Veli ve benzeri değerlerin Osmanlı uleması tarafından bilinmemesine ve tanınmamasına sebep olmuşlardır. Ahi Teşkilâtı, bilimsel temelinden ayrılmış olarak bir zanaat ve dayanışma kurumu tarzıyla Osmanlılara devredilmiştir[4].
Batı, Bologna’da ilk üniversitenin kuruluşunun 1000. yılını kutlarken bizdeki ilk üniversitenin 9. yüzyılda Mısır’da ikinci Türk Devleti İhşidîler tarafından kurulduğunu kaçımız hatırlıyoruz. Türk devletlerinde başlangıçta câmiler okul olarak kullanılırken giderek mahalle Mektepleri/Küttab, Darül Hadis, Darül Kuran ve Medreseler yaygın bir biçimde çoğaltılmıştır. Türk ve İslam ülkelerinde ilk defa tıp öğretimi yapan medrese Eyyûbîler devrinde kurulmuştur. Tıp derslerinin uygulamaları hastanelerde yapılmıştır. Okullarda matematik ve fen bilimlerine özel önem verilmiştir.. Ayrıca câmi, tekke ve zaviyelerde de öğretim yapılmıştır. Dünya Tıp tarihinde ilk klinik Eyyübîler döneminde Dımaşk’taki/Şam’daki Nureddin Mahmud Hastanesi’nde kurulmuştur. Bu hastanenin ve Kahire’deki Salâhi hastanelerinin binaları günümüze ulaşmıştır. Fakir hastaların ücretsiz tedavi gördüğü Musul’da dört, Harran, Halep ve Dımaşk’da ikişer, Kahire, Kudüs ve İskenderîye’de birer hastanenin bulunduğu bilinmektedir. Selçuklularla başlayan kimsesizler ve yetim çocuklar için pek çok hayır kurumu Türk devletlerince devam ettirilmiştir. Pek çok kütüphane yaptırılmış ve binlerce cilt değerli eser, özel ve vakıf kütüphanelerinde muhafaza edilmiştir. Haçlılar tarafından önemli miktarda eser Avrupa’ya götürülmüştür. Eyyûbîler döneminde otomatik makinalar ve saatler hakkında iki önemli eser yazılmıştır. Dımaşk/Şam Emevî Câmiinde su ile çalışan otomatik saat yapıldığı bilinmektedir. Bu çalışmalar I. ve II. Anadolu Beyliklerinde de devam etmiştir. Matematik, fizik, kimya alanlarında da önemli âlimler yetişmiş ve değerli eserler yazılmıştır. Tıp alanında cerrahî, iç hastalıkları ve göz hastalıkları konularında teorik ve pratik dikkat çekici çalışmalar yapılmıştır. Botanik, eczacılık gibi alanlarda da ilerlemeler sağlanmıştır. Pek çok ilâç keşfedilmiştir.[5] Diyarbakır Artukoğlu Beyliğinde El Cezerî/Cizirî!nin misafirlere şerbet ikram eden, abdest suyu döken hizmetçi robotları ve suyun kaldırma gücüyle çalışan 70 otomatik makine ile ilgili bilgiler ve şemalar 1206 yılında kitap haline getirilmiştir (Tekeli 2002). Türklerin katkılarıyla şekillenen İslam dünyası uygarlığı evrensel uygarlık tarihinin ve dünya tefekkür tarihinin ikinci ana basamağını ve kalbur üstü bir dönemini teşkil etmektedir. 16. yüzyıl batı Rönesansını ve batı Avrupa geç orta çağ tefekkürünü/düşüncesini hazırlayan bu birikim, 13. yüzyıldan sonra Türk coğrafyalarında zayıflamış ve verimsiz bir döneme girmiştir.
Haçlı Seferleri ve ardından gelen acımasız Moğol istilâları sonucunda yukarıda çok kısaca aktarmaya çalıştığım bilimsel faaliyetlere imkan sağlayan iklimi ortadan kaldırmıştır. Haçlı Seferlerine ve Moğol istilâlarına karşı Türkler askeri ve siyasî zaferler kazanmış yurtlarını büyük ölçüde korumuşlar ve yeni bir devlet Osmanlıyı kurmuşlardır. Ancak bütün bir entelektüel ve bilimsel birikimlerini kaybetmişlerdir. Haçlılar bu değerli birikimi ve zenginlikleri Avrupa’ya taşıyarak önce Rönasansa daha sonra bugün sahip oldukları yüksek teknolojiye alt yapı hazırlamışlardır.
İslâmiyet’in doğuşundan bir asır sonra ortaya çıkan Mu’tezile Mezhebi, İslâm dinini akıl ölçü ve kurallarına göre yorumlamış dinî ve felsefî bir akımdır. Mu’tezile Mezhebi mensupları İslâm dünyasının rasyonalistleri/akılcıları olarak adlandırılmıştır. İslâmiyetin Mu’telize Mezhebine göre yorumlandığı dönemlerde hem Araplarda hem de Türk İslâm devletlerinde tıp, astronomi, matematik, fizik, kimya gibi pozitif bilimler ve teknoloji fevkalâde gelişmiştir. 10. yüzyılda Eş’ari ve Maturidî yorumlarıyla tasavvuf öncelik kazanırken, bilimdeki bu ilerlemeler de önce yavaşlamış ve sonra durmuştur.
Bugün Müslüman coğrafyalarda yaşayan halkların bilme mesafeli duruşları, bilgi üretip keşif yapamamaları İslâmiyet’ten değil İslâm’a getirdikleri yanlış ve eksik yorumdan kaynaklanmaktadır.
1299 yılında kurulduğu kabul edilen Osmanlı Devletinde buraya kadar ana hatlarıyla aktardığım bilimsel ilerlemeler devam etmemiştir. Medreseler Eşâari yorumunu benimseyerek pozitif bilimleri müfredatlarına almadıkları gibi İslâm’i bilimlerde de yeni çalışmalar yapamamış ve mevcudu tekrarlayarak bilimsel açıdan verimsiz bir döneme girmişlerdir.
Bilim, genel olarak evreni ve dünya üzerinde yaşayan insanları ve onların etkinlikleri sonucu ortaya koydukları maddi ve manevi değerleri araştırır, tanımlar, sebep sonuç ilişkilerini inceler. Bu açıdan bilim çeşitli bilim dallarına ayrılır. Bir başka deyişle evreni, varoluşu, insanla beraber canlı ve cansız varlıkların tamamını anlamaya çalışır. Ulaştığı sonuçlarla daha anlamlı ve kaliteli yaşama imkânları ve üslubu yaratma çabası gösterir. Osmanlı kuruluş döneminden sonra bilimi, dini yönden nakli ve akli diye iki kısımda algılamış önceki asırlardaki mukayese ve kıyası kabul etmeyerek akli ilimleri/pozitif bilimleri dışlamış ve medreseler nakli bilimler yaklaşımını benimsemiştir. İslam dini ve tasavvuf ile ilgili konularda da yeni yorum ve çalışmalara yer vermeyerek tekrara yönelmiştir.
Akli bilimler insanın aklıyla, araştırarak, deneyerek, gözlemleyerek ve sorgulayarak ulaştığı ve sürekli gelişen bilgiler olduğu için daha önceki Türk devlet ve diğer İslam devletlerinde olduğu gibi bir ilerleme İslâm’i bilimlerde de sağlanamamıştır.
Osmanlı Devletinde ilk kurulan İznik medresesi, Selçuklu medreselerinin devamı niteliğindedir ve ilk müderrisi, Kayserili Davut’ur(1261-1350) ve uzmanlık alanı tasavvuf ve kelamdır. Tabiatta var olan her şeyin esasını ve bütün tabiat
olaylarını, enerji ve enerji değişimiyle açıklayan bir fizik ve felsefe görüşüne sahiptir. Bu medrese, Osmanlıların ikinci Sultanı Orhan Gazi tarafından 1336 yılında yaptırılmıştır. Burada dini ve akli (felsefe, mantık, astronomi, matematik) beraberce okutulmaktaydı.
Osmanlı tarihinin ilk dönem medreselerinden biri de Basra’da kurulmuş ve burada dini konuların yanında matematik ve mantık alanında da dersler verilmiştir. Bu dönemde yetişen Molla Fenar, Mısır’da öğrenim görmüş, mantık ve pozitif bilimlerde ihtisas yapmıştır.
Yine bu dönemde pozitif bilimlerde ihtisas yapmış önemli bir kişi de Kadı Zade Rumi adı ile tanınan matematikçi ve astronomici Musa Paşa’dır. Musa Paşanın bilimsel öğrenim görmesinde kız kardeşinin dikkat çekici bir katkısı olmuştur. Muhtemelen kendisine öğrenim hakkı tanınmayan bu hanım, Kadı Zadenin kitapları arasına mücevherlerini gizlice koyarak bu bilim insanının Horasan’a gitmesine yardımcı olmuştur. Kadı Zadenin, Kitab-ül usül’ünde geometri öncülleri ve üçgen niteliklerinden Arapça yazdığı diğer bir eserinde cebir, denklemler ve ölçmelerden bahsetmektedir.. Türk tarihçilerinin ortak kanaati ile Osmanlının gerçek astronomu ve matematikçisi Kadı Zade ve Taküyüddin!dir (Tekeli 1966 )
Tıp ilminde, Sultan II. Murat devrinde yetişip, “Zahire-i Muradiye “ ve “Miftah-ün Nur” adlı iki eser yazmış olan Mukbilzade Mümin devrin önemli tıp adamlarındandır. Bu eserlerinde özellikle göz hastalıkları ve ameliyatları hakkında bilgi vermektedir. Devrin tıp kitaplarından biri de Ahmedi’nin “Tervih-ül ervah”dır. Bu eser Türkçe’nin bu tür ilimlerde başarı ile kullanılabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.
Osmanlı Devleti’nde ve 15. Yüzyılda bilim alanında da en önemli kişi Fatih Sultan Mehmet’tir. Fatih’in kendisi Türkçe dışında 6 yabancı dil bilen, İstanbul’un fethinde ihtiyaç duyulan topları ve gülleleri hesaplayarak çizecek birikime matematik ve mühendislik bilgisiyle ulaşmıştır. Fatih dönemi; Osmanlıda, hem kültürel, hem bilimsel açıdan en iyi dönemdir. Osmanlı padişahları içinde pozitif bilime alâka gösteren tek padişahtır.
Fatih Sultan Mehmet, ilme ve ilim adamlarına büyük değer vermiş ve devrinde İstanbul’u bir ilim merkezi haline getirmeye çalışmıştır. Yunanca ve Latince’den birçok eseri tercüme ettirmiştir. Bunların arasında en önemlilerinden biri Batlamyus’un coğrafyayla ilgili eseridir. Fatih’in doğu ve batı dillerinde yazılmış kitaplardan oluşan çok zengin bir kütüphanesinin bulunduğu bilinmektedir.
Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin (1390-1459) ünlü bir tıp bilgini ve din adamıdır. Fatih ile birlikte İstanbul’ un fethinde bulunmuştur. Tıp konusundaki ünlü eseri “Maidetü’l-Hayat” tır. Bu eserinde Akşemseddin , ilk defa bazı hastalıkların “tohum” adını verdiği mikroplardan meydana geldiğini söylemiştir . Ayrıca Akşemseddin aynı eserinde, Pasteur’den çok önce bazı hastalıkların kalıtım yoluyla geçtiğini belirtmiştir.
Fatih devrinin ünlü tıp bilginlerinden birisi de Amasyalı Şerafettin Sabuncuoğludur( 1386-1470 ). Amasya Hastanesi başhekimidir. Kendi deneylerine dayanarak yazdığı “Cerahname-i İlhan” devrinin en özgün tıp eseridir. Osmanlılar devrinde yazılan tek resimli ameliyat kitabıdır. eczacılık konusunda da eserleri vardır. Mesane taşları ve fıtık ameliyatı için önerdiği yöntemler ve kullandığı aletler, kendisine aittir. Bu devrin diğer tıp bilginlerinden bazıları da padişah hekimliği de yapmış olan Yakup Paşa ve Lari Çelebi’dir. Ahi Ahmet Çelebi, hastaneleri tıp okulları olarak kullanmış ve yetiştirdiği hekimleri ülkenin her tarafına göndermiştir.
Maveraünnehir’de yetişen alimlerin sonuncusu olan Ali Kuşçu’nun İstanbul’da yazdığı astronomi konusunda en önemli eseri; “Astronomi Risalesi”dır. Ayrıca Ali Kuşçu, bu esere Fatih Risalesi adını vererek Fatih’e ithaf etmiştir.
15. yüzyılın başı ve ortalarında, hem Türk hem de dünya çapında önemli matematik araştırmaları yapmış olan Uluğ Beyin hayatı ve çalışmaları göz önüne alındığında, bilimin şu anki aşamaya gelmesinde önemli etkileri görülmektedir. Uluğ Bey 1344 yılında Semerkant’ta doğmuş ve 1449 yılında ölmüştür. Uluğ Bey, Timurlular Devleti hükümdarlarından olmakla birlikte kendisini yöneticilikten çok bilime adamıştır. Buhara’da inşa ettirdiği medresenin kapısına “ İlim öğrenmek kadın erkek bütün Müslümanlara farzdır” yazdıran Ulu Bey, hem bir âlim hem de bir yönetici olarak tarihe geçmiştir. En önemli çalışmaları; Kübik denklemlerin doğru yaklaşık çözümleri için yöntemler, iki terimli teorem ile çalışma; Uluğ Bey’in sekiz ondalık kesre kadar doğru olan kesin sinüs ve kosinüs tabloları; küresel trigonometri formülleri ve özellikle önemli olan Batlamyus’unkinden beri ilk kapsamlı yıldız cetveli olan, Uluğ Bey’in Yıldızlar Cetveli. Yaptığı çalışmalar sırasında sin 1 değerini bularak bunu gözlemevindeki çalışmalarına uygulamış ve gök cisimleriyle ilgili yaptığı çalışma ile Batlamyus’un gezegen sistemindeki bir dizi hatayı da ortaya çıkarmıştır.
Matematik ve astronomi alanında Fatih’in Türkistan’dan getirttiği Ali Kuşçu, devrin en büyük bilginidir. Ali Küşçu Uluğ Bey’den ve Kadızade’den matematik ve astronomi öğrenmiştir. Ali Kuşçu, Türk dünyasının XV. yüzyılda yetiştirdiği, önemli matematikçilerden birisidir. Timur’un torunlarından olan babası Muhammed, büyük bilgin ve devlet adamı Uluğ Bey’in doğancı başıdır. Bu sebeple aile, “Kuşçu” lâkabıyla anılmıştır. Ali Kuşçu , İstanbul’un enlem ve boylamını ölçmüş, çeşitli güneş saatleri yapmıştır. Ondalık kesir sayılar , “Türk Sayısı” adıyla Ali Kuşçu vasıtasıyla Batıya aktarılmıştır. Uluğ Beyin öğrencisi olduğu için tanınmış Zic’ inin hazırlamasında büyük katkısı olmuştur. İslâm dünyasının en büyük astronomlarından birisi olarak kabul edilen Ali Kuşçu, 15. yüzyılın başlarında Semerkant’ta doğmuş 1474’te İstanbul’da ölmüştür. Mezarı Eyup Sultan türbesinin yanındadır. Çalışmalarını Semerkant, Kirman, Tebriz ve İstanbul’da sürdürmüştür. Fâtih Sultan Mehmed tarafından Ayasofya Medresesi’ne ve Saray Kütüphanesi müdür olarak tayin edilmiştir. Ayasofya Medresesindeki derslerine devrin ünlü âlimleri de dinleyici olarak katılmışlardır. Bu açıdan Ali Kuşçu telif değerli eserleri yanında eğitim ve öğretim faaliyetleriyle ve yetiştirdiği önemli bilim adamlarıyla devrini aşan âlimlerdendir.
XV. ve XVI. yüzyılların diğer ünlü matematik ve astronomi bilginleri: Sinan Paşa, Mirim Çelebi, Muhyiddin Mehmet, Molla Lütfi, Şirazi, Muslihiddin bin Sinan, Seydi Veli’dir.
XVI. yüzyılda yetişen en değerli bilginlerinden birisi, Takiyüddin’dir. 1585 yılında ardında çok sayıda bilimsel eser bırakarak İstanbul’da ölmüştür. Takiyüddin, matematik ve astronomi bilgini ve mühendistir. III. Murat’ın emriyle, 1575 yılında Tophanede bir gözlem evi kurmuş ve. ilk defa saati bir gözlem aracı olarak kullanmıştır Takiyüddin yaptığı bu saat, saniyeyi de gösteriyordu. Gözlem yaparak Allah’ın işine karışıldığına inancıyla ne yazık ki, bu yüzyıl sonunda görülmeye başlayan, duraklama devrinin bir belirtisi olarak zamanın şeyhülislamı Kadızade Ahmet Efendi’nin fetvasıyla bu rasathane yıktırılmıştır. Takiyüddin’in trigonometri alanındaki çalışmaları da önemlidir. Kopernik’ten önce sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjanttın, tanımlarını yapmış ve cetvellerini de çıkarmıştır. Trigonometrik hesaplamalarda, o devirde logaritma tabloları veya hesap makineleri olmadığından Takiyüddin basit bir hesap aleti yapmış ve kullanmıştır. Bu alete, “Trigonometrik Çeyreklik” adı verilmiştir. Cep , duvar ve masa saatleri ile astronomik saatlerin yapısını konu alan “Mekanik Saat Yapımı” adlı çalışması çok tanınmıştır. Takiyüddin, Uluğ Bey zic’lerine açıklamalar getirmiş, Tophane’de yeni bir rasathane kurulmasını sağlamış ve astronomi aletlerinin kullanılmasını anlatan ”Alat-ı Rasadiye” adlı bir eseri de vardır ( Tekeli 1966 ).
Fatih sonrası hekimlerden Ahi Çelebi böbrek ve mesane taşları üzerine bir eser yazmış ve taşın nerelerde olduğunu, belirtilerini, taşın idrar yolunu zedelediği veya tıkadığı zaman yapılacak tedavi yöntemlerini anlatmıştır. Bu Osmanlı âlimi uzun ömrüyle de dikkat çekmiştir. II. Bayezid ile beraber üç Osmanlı padişahına daha hizmet etmiştir.
Tıp alanında Süleymaniye tıp medresesi müderrisi Ayaşlı Şifai, doğum ve çocuk sağlığı hakkında “Tedbir-ül Mevlüd” adlı bir çalışması vardır. Ömer Şifai adlı (öl. 1742) bir başka hekim ise tıp ve kimyaya dair iki eser yazmıştır. Ömer Şifai, tıpta madeni maddelerinde ilaç olarak kullanılabileceğini savunmuştur. Bu yüzyılda, doğunun bitkilerinden yapılan ilaçlara karşılık batıdakilerin kimyevi ilaçları kullanmaları Türk hekimlerini rahatsız etmiş ve Osmanlı devletindeki tüm hekimler sınavdan geçirilmiştir.
Eski haritalar, ihtiyaca cevap vermediğinden, bu günkü kabartma haritalara benzer haritalar çizildi. Bunların en önemli örneklerini, kara coğrafyasında Matrakçı Nasüh, deniz coğrafyasında ise Piri Reis’dir. Piri reis, iki dünya haritası ve “Denizcilik” adlı bir kitabıyla ünlüdür. Piri reis, çizdiği ilk dünya haritasından yaklaşık 15 sene sonra, 1528 yılında yeni bir dünya haritası çizmiştir. Bu gün elde bulunan parçası, Grönland , Kuzey ve Orta Amerika sahillerini gösteren kısmıdır. Bu haritanın belki de en önemli yanı, ilk kez Aristo zamanında görüldüğü sanılan, Antartika kıtasının doğru bir biçimde çizmiş olması dikkat çekicidir.
“İndeksli Dergiler” başlıklı bu yazıda Türklerde bilim ve bilim adamlarıyla ilgili bu tarihi bilgiler neden verildi? Sorusu haklı olarak sorulacaktır. Bu yazıyı plânladığımda akademik yükseltilmelerin ön şartı olarak kabul edilen indeksli dergilerde yayın ölçütünün amacı sağlayıp sağlamamaktaki rolünü ve gerçek bilimsel araştırmaların bu kapsama girip girmediğini sorgulamak ve aksadıkları noktaları ortaya koymayı amaçlamıştım. Ancak batı “İndeksli Dergiler” kavramını ve hizmeti kendi bilimsel birikimi ile ilgili yayınlarını ölçmek ve denetlemek için önce pozitif bilimler daha sonra sanat ve sosyal bilimler alanları için oluşturmuştur. Bu sistem üniversiteler tarafından değil bir yayın grubu tarafından başlatılmış ve zaman içinde belli bir ölçüde geliştirilmiştir. Bilimsel içeriği ölçü almadan bilimsel şekli belirleyen bu anlayışı değerlendirmeden önce bilimsel içerik ve bilimsel yaratıcılık iklimimizi değerlendirmenin doğru olacağını düşündüm.
İslâmiyet öncesi Türklerde bilim konusunda yeterli bilgi ve çalışma olmadığı için İslâmiyet sonrasında 8. Yüyıldan 16. yüzyıllara kadar Arap-Fars-Türk kültür dairesinde Türk bilim adamlarını ve evrensel bilime katkılarını aktarmaya çalıştım. Çünkü içeriği yaratan o içeriğe uygun biçimi de ortaya koyar. Bu dönemde yazılan bilimsel eserler gördüğüm kadarıyla şekil yönünden değerlendirilmemiştir. Bilim tarihi ve dönemin bilim adamları ve bilime katkıları yönünden çok önemli çalışmalar yaparak bizi aydınlatan bilim tarihçilerimizin bu kıymetli bilim eserlerini bir de şekil ve bilimsel üslup yönünden bilgilendirmeleri çok yararlı olacaktır.
Bugünden geriye doğru baktığımızda İslâmiyet’in kabulünden 16. Yüzyıla kadar pozitif bilimlerdeki ilerlemeler Eşâri yorumunun yaygınlaşmasıyla bütünüyle durmuştur. Fatih’in katkılarıyla canlandırılan ve Takiyüddin gibi bir âlime kavuşan Türk dünyası, onun yaptırdığı İstanbul’daki gözlem evinin, Şeyhülislâm tarafından “Allah’ın işine karışıldığı bu sebeple veba salgınının ortaya çıktığı” yorumuyla yıktırılması sonrasında medreseler karanlık döneme girmiştir.
Buraya aktardığım bilgilerden de görüldüğü üzere 6 asır gibi uzun bir dönem hükümran olan Osmanlı döneminde önceki Türk Devletlerinde gördüğümüz bilimsel alt yapı kurumlarının bulunmadığını biliyoruz. Az sayıdaki bilim adamı diğer Türk coğrafyalarında öğretim görmüş tek tek örneklerdir. Osmanlı medreselerinde pozitif bilimlerde de İslâm’i bilimlerde de dikkat çekici önemli bilimsel araştırmalara dayalı çalışmalar yapılmamıştır.
İstanbul’un fethi hazırlıklarında ve fetihten sonra kurdurduğu medreselerin müfredatlarıyla pozitif bilimi gündeme alan Fatih Sultan Mehmet dışındaki yöneticiler bilime karşı alâka göstermemişlerdir. 2. Mahmut’tan itibaren batılılaşma döneminde açılan tıp, mühendislik, ziraat, veterinerlik gibi yüksek okulların imparatorluğun acil ihtiyaçlarını karşılamak üzere eleman yetiştirdikleri bilinmektedir. Bu kurumların bilimsel araştırma yapmak gibi hedefleri olmamıştır. Ders kitabı mahiyetindeki kitaplar batıda ulaşılmış bilgilerin Türkçeye aktarılmasından ibarettir.
Bilimsel çalışmalar belli bir düzen içinde 1933 Üniversite reformundan sonra başlamıştır . İlk yıllardan günümüze kadar orijinal bazı çalışmalar yapılmakla beraber büyük ölçüde batıdan aktarılan bilgilerin adaptasyonu ve tekrarı denilebilecek çalışmalarla Türk bilim hayatı devam etmektedir. Ödünç bilgilerle kurulan ve üniversiteyi meslek kazandıran yüksek okul gibi gören yaklaşımlarla zaman zaman bireysel atılımlar ve girişimler yaşanmakla birlikte orijinal bilgi üreten ve bilginin ve keşfin sahibi diye tanımlanacak kurumlarımız maalesef halen yoktur. TÜBİTAK da dahil olmak üzere batılı şablonları tekrarlayan ve adapte eden kurumlardır. Bilimde ilerleme ve yeni bilgi, kavram, nesne, düşünce üretme her anlamda özgür ortamlarda gerçekleşebilir. Bilimsel iklimin yaratılması için huzur, refah, özgür düşünce ön şarttır. Bunu da ancak devletler sağlayabilir. Bu sebeple bütün dünyadaki bilim insanları Amerika’da üretken olmaktadırlar. Nobel alan bilim adamımız Aziz Sancar ve çok tanınmış Dr. Mehmet Öz, ABD’nin onlara sağladığı imkânlarla üretken olmuşlardır. Nobel alan yazarımız Orhan Pamuk da çağdaş Anglo-Sakson edebiyat ve eleştiri anlayışına dayalı bilgi birikimi üzerine oturttuğu yazma yeteneği sonucunda başarıya ulaşmıştır. Prof. Dr. Uğur Şahin ve Prof. Dr. Özlem Türeci Alman eğitim ve öğreniminden yetişmiş Korona aşısını ABD’de keşfetmiştir.
Kendimizin üretmediği bilgi ve bilimsel yöntemlerle yaptığımız araştırmaları bilimsel formatla yazıya dökerken de yazıların bilimsel nitelikte olup olmadığını ölçerken de gene bilgiyi ve bilimi yaratan Batının ölçütlerini kullanıyoruz. Batı bilimsel ilerlemelere paralel ve kendi anlayış ve ihtiyaçlarına göre makalelerin yazım biçiminde, uslûbunda, kaynakların yerleştirilmesinde değişikliler, yenileştirmeler yapmaktadır. Biz de değişikliklerden haberdar oldukça kendimizce onlara ayak uydurmaktayız. Onlar kendi anlayışlarına ve gelişmelere paralel 20. Yüzyılın sonlarında bilimsel periyodiklere standart getirmek üzere hakem grubu oluşturarak yazıların denetlenmesini ve hakemlerin onayladığı yazıların yayınlanmasını uygulamaya koydular. Daha sonra belli sürelerde standartlara uygun yayın yapan periyodikleri fen bilimleri ve sosyal bilimler ana başlıklarıyla indekslere dahil ettiler. Kalın çizgilerle indeksli dergiler ve yazılar böylece bizim hayatımıza girdi. Türkiye ve gelişmekte olarak nitelendirilen ülkeler az sayıda dergiyi bu indekslere dahil edebildi. Akademik yükseltilme kriterlerinde şart koşulan indeksli periyodiklerde yayın koşulu böylece yerine getirilmektedir. Bu arada bütün dünyada ücret karşılığı yazı yayımlayan hakemli ve bazıları indekslere dahil edilmiş sahte periyodikler de yürürlüğe sokularak gelişmekte olan ülkelerin uluslararası yayın taleplerini karşılamaktadır.
Şeklen yerine getirilmiş görünen bilimsel yayınlar, kişilerin doktor, doçent, profesör olmalarını sağlamakla birlikte gerçekte bilimsel niteliğe sahip mi bu hiç sorgulanmamaktadır. Akademik yükseltilmelerde bütünüyle orijinal bir çalışmanın yeri neden yok? Bütünüyle orijinal bir çalışma indeksli dergilerin standartlarına uymuyorsa nasıl duyurulacak? Böyle bir çalışmayı indeksli dergilerin hakemleri anlayamadığı için reddettiğinde ne olacak? Hakemlerin niteliğini kim belirliyor? gibi pek çok soru Türk bilim hayatının gündeminde yoktur.
Epey zamandır bütünüyle içine kapanan YÖK ve üniversiteler bu suskunlukla problemlerini sorgulayıp çözüm arayabilecek mi? Osmanlının son dönemi medreseleri gibi tükenişi içlerine sindirecekler mi?
Üniversitelerde doktora yaptım, doçent, profesör oldum diye sevinenler acaba kendilerine ben ne yaptım, bu çalışmanın gerçek bir değeri var mı? Bilime bir nokta katkım oldu mu diye soruyorlar mı? Ben bilmem büyüklerim bilir zihniyetiyle ve ayarlanmış jürilerle, Tanzimat dönemi medreselerine dönmekte olduğumuzu hatırlatmak benim sorumluluğum diye düşünüyorum.
Batıda yaşanan Rönesansın ve coğrafi keşiflerin Osmanlıda hiç yankı bulmaması zihinlerin karartıldığının göstergesidir. Entelektüel birikimin ve iklimin olmadığının delilidir. Yavuz Sultan Selimin, Türk ve Müslüman Safavilere ve Memluklara karşı kazandığı zaferlerin beyhudeliğini anlatmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransız Kralının hakları için Avrupa’ya yaptığı seferler Türk milletinin geleceğinin yok edilmesidir. Yaşanan çöküş dramı değerlendirilirken Osmanlının bilime ve entelektüel birikimden uzaklığını sorgulamak şarttır diye düşünüyorum. Padişah hastalığı da denilen damla hastalığı ile ilgili hiç bir çalışmanın yapılmamış olması düşündürücü değil midir? Tercümanlığı bütünüyle İtalyanlara, hekimliği Yahudi ve Rumlara kuyumculuğu Hıristiyan tabaaya havale edip Türklere savaşlarda ölümü uygun gören zihniyeti yarınlarımızı sağlıklı kurabilmek için tartışmamalı mıyız?
Kaynaklar
A.Asan, ‘ Uluslararsı Bilimsel Dergi İndeksleri; Önemleri ve Türkiye Kaynaklı Degilerin Durumu I-II! Dergiparkorg.t 21 Nisan 2017 ; 23 Nisan 2017.
Umay Türkeş Günay, Türklerin Tarihi Ankara 2018.; Türk Kültürüne Eleştiri, Ankara 2017.
Prof.Dr. Aydın Sayılı, Bilim Tarihi/ Hayatta En Hakiki Mürşit Bilimdir,
İstanbul 1948.
Prof.Dr. Sevim Tekeli, Bilim Tarihine Giriş Ankara 2020; El-Câmi Beynel-ilim Ve’l Amel En-Nafi Fi Eş-Şına’til-Hiyel Ankara 2002; İlk Japon Haritasını Çizen Türk Kaşgarlı Mahmud ve Krıstof Kolomb’un Haritasına Dayanarak En Eski Amerika Haritasını Çizen Türk Amirali Piri Reis. Ankara 1985. 16. Yüzyılda Osmanlılarda Saat ve Takiyyüddin’in Mekanik Saat Konstrüksiyonuna Dair. Ankara 2002.
Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlı Bilim Mirası, Istanbul
Prof.Dr. Esin Kahya, Türk Bilim İnsanları İstanbul 2013.
Aykut Kazancıgil, Osmanlıda Bilim ve Teknoloji, İstanbul 2020.
[1] Prof. Dr. Esin Kahya-Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Gazi Topdemir, “İlk Müslüman Türk Devletlerinde Bilim”, a.e. C. 5. s.583-613; Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, “Orta Çağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri”, a.e. C. 5. s. 614-622; Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, “İlk Müslüman Türklerde Düşünce ve Bilim”, a.e. C. 5. s. 623-644; Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, “ Nizâmiye Medreseleri ve Büyük Selçuklularda Eğitim”, a.e.C. 5. s.721-727
[2]. . Prof. Dr. Mikâil Bayram, “ Türkiye Selçukluları Döneminde Bilimsel Ortam ve Ahiliğin Doğuşuna Etkisi” a.e.C.7 s.258-263.
[3] Prof. Dr. Esin Kahya, “ Türkiye Selçuklularında Bilimsel Çalışmalar” a.e. C.7. s. 540-559.
[4] Prof. Dr. Mikâil Bayram, “ Türkiye Selçukluları Döneminde Bilimsel Ortam ve Ahiliğin Doğuşuna Etkisi” a.e.C.7 s.258-263.
[5] Prof. Dr. Ramazan Şeşen, “Eyyûbîler”, a.e. s. 60-76; Yrd. Doç. Dr. Muammer Gül, “Ön Asya’da Bir Türk Devleti: Eyyûbîler (1175-1250)” s. 77-85.
5 yorum
İndeksli dergilerden, tarihe ve ilahiyata kadar uzanan, kitap bölümü tarzındaki çok uzun makalenizi okudum. Sayın hocam, keşke daha kısa yazsaydınız. Sizin de belirttiğiniz gibi bilimsel çalışma yapmak için, para, ortam ve emek lazım. Yavuz Sultan Selim, Mısır ve Sudan hazinelerini İstanbul’a getirerek finansmanı sağlamış, ancak o devirde Osmanlı’da bilimsel ortam olmadığından bu hazine, kendinden sonra gelenlerce, top, tüfek, cephane yapımı yerine, Süleymaniye ve Selimiye inşaatlarında harcanmıştır. Günümüzde bilimsel araştırmaların çoğunluğu, başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerde yapılıyor. Yıllardır dergi editörlüğü yapıyorum, ülkemizde üretilen bilimsel araştırmalar hakkında yazdıklarınıza katılmamak mümkün değil. Yine de çok karamsar olmamak lazım, ben ümitvar olanlar tarafındayım. Saygılarımla.
Teşekkür ederim.
Sayın Hocam,
Son derece önemli bilgilerle dolu olan makalenizi okudum ve çok bilgilendiğimi belirtmek isterim. Ülkemizin bilimde neden geri kaldığına yönelik birçok saptamanıza katılmakla beraber bazı konularda farklı düşündüğümü belirtmek istiyorum. Cumhuriyetin kurulmasından sonra gelen Anadolu aydınlanmasının en önemli ayağını eğitim reformları oluşturmuştur. Bunlar arasında üniversite reformu çok önemli bir yer tutmaktadır. Diğer önemli bir atılım da köy enstitüleridir. Bütün bu devrim süreçlerinin ilerletilememesi Atatürk’den sonra gelen yönetimlerin yanlış uygulamalarının bir sonucudur. Bugünlerde gerek üniversite öncesi eğitim gerekse üniversitelerdeki durumun pek iyi olmadığı görülmektedir. Ancak hem Ortadoğu’dan hem de Avrupa’dan gelmiş Tıp öğrencilerine dersler vermekte olan bir hoca olarak benim gözlemlerim, bizim gençlerimizdeki merak, araştırma ve çalışkanlığın diğer ülkelerden gelen öğrencilerden çok daha fazla olduğu şeklindedir. Ancak hepimizde bir umutsuzluk ve hayal kırıklığı hali mevcuttur ki bunun zamanın ruhundan kaynaklandığını düşünüyorum. Elbet bir gün daha aydınlık günler kolay olmasa da gelecektir. Bizim Türk milleti olarak olarak sizin de belirttiğiniz gibi içinde insanların özgürce araştırdığı, tartıştığı, yayınların ve ünvanların para kazanmak için araç olmadığı gerçek eğitim kurumlarına gereksinimi vardır. İstediğiniz kadar Avrupa’nın en büyük beton üniversitelerini yapın içini bilim insanları ile dolduramazsanız içleri boştur.
Saygılarım ile.
Değerli hocam,
SCI (Science Citation Index) ile SCIE (Science Citation Index Expanded ) tanımlamalarını yaparken Fen Bilimleri alanlarında yayın yapan dergilerin tarandığı indeks olarak bahsetmişsiniz. Ancak bu indeksler sağlık bilimleri alanında yapılan yayınları da kapsamaktadır.
Ayrıca “Clarivate uzmanlarına” da danışarak edindiğimiz bilgiye dayanarak SCIE, yayıma başlama tarihinde dijital arşiv imkanı olmayan ve dijital arşivi daha sonra basılı eserlerin kopyalanması ile tamamlanan veya tamamlanma prosedürü devam eden dergileri ifade etmektedir.
Dergi kabul kurallarının daha hafif olduğu yönündeki ifade hatalıdır.
Alanımızdan örnek göstermek gerekirse; yayım şartları son derece zor olan ve Q1 sınıfta yer alan en itibarlı dergiler arasında bulunan Meat Science (ISSN / eISSN 0309-1740 / 1873-4138) ilk yayımlanma tarihi 1977 olduğu için halen SCIE (Science Citation Index Expanded) olarak taranmaktadır.
Katkılarınız için teşekkür ederiz. Bu ufak hatırlatmayı yanlış anlaşılmalara mahal vermemek üzere genç akademisyenlere bilgi vermek için yapmak istedim. Mesleki saygılarımla.
Katkılarınız için çok teşekkür ederim. Ben Akademide bireysel başarıların anlamlı süreklilik kazanabilmesi için ortak yaratıcı bir iklime ihtiyaç olduğunu vurgulamak istedim.
Sizin gibi değerli ve umutlu genç akademisyenlerden haberdar olmak çok sevindirici. Tekrar teşekkürler