Bu yazının temel problemi, insan doğasının temel niteliklerinin dünyanın geleceğinde daha çok distopya oluşturmak üzere kurgulanması ve teşvik edilmesidir. Hatta paradoksal olarak insan, çevre ve dünya ile ilintili olarak dünya ülkelerinin geleceğe dair ümit var temennilerinin aksine distopyalara yol verilmesidir.
Böyle bir tezi daha iyi açıklayabilmek için farklı bileşenleri kısa kısa analiz etmemiz gerekmektedir. Birincisi, sosyobiyolojiden yeni hümanistlere kadar postmodern perspektifle de uyumlu olarak evrensel ya da sabit insan doğasının olmadığı iddiaları yükselmektedir. Bu iddia farklı çevrelerde farklı saiklerle kabul edilme eğilimindedir. Doğrusu bu iddiaların gerekçeleri insan doğasının olmadığı şeklindeki tezi doğrulama noktasında bana çok tatmin edici gelmedi.
Özellikle evrim teorisinin yükselen bir çizgi haline gelmesi ile birlikte bu iddianın popülerleştiği görülmektedir. Esasen evrimin bilimsel bir teori değil de tümüyle geçerli bir “bilimsel ilke” olduğunu kabul etsek bile, klasik anlayıştaki kavramıyla belirtecek olursak “teselsül”den kurtulamamaktadır. Bir başka deyişle, yatay düzeyde kalmakta ve dikey bir ilişki biçimini açıklayamamaktadır. Buradaki eleştiri, insanlığın tarihsel süreçte bir gelişim çizgisi gerçekleştirdiği gerçeğini tabii ki kapsamamaktadır.
Diğer yandan doğa (fıtrat) açısından geçmiş insanla çağdaş insanı birbirinden farklılaştıran şey nedir? Doğrusu arzuları, talepleri, güdüleri, davranışları, egemenlik duygusu, tanrılaşma eğilimi vb. çoğaltacağımız niteliklerden hangisi değişmiştir? Bir başka deyişle, ilk insanla bizim dönem insanı hangi açıdan değişmiştir? Kur’an-ı Kerim’i dikkatlice okuyanlar anlatılan kıssalardan farklı problematiklere kadar “insan” doğasının bazı niteliklerini okuyabilirler. Elbette insanın çevresi, dış dünya, araçlar, sosyal hayat değişmiştir. Fakat bunların değişimi ve hatta karmaşıklaşması, insan doğasının yok olduğunu göstermez.
“İnsan nedir?” sorusu modern zamanları da meşgul etmiş ve hatta insanın özünde iyi ya da kötü mü olduğu sorusu cevaplandırmaya çalışılmıştır. Söz gelimi; Hobbes kendi tezini insanın kötü olduğu üzerine kurmaktadır. Zira siyaset öncesi durumda insanlar çatışma halindedirler. Yine Mark Twain de insanın menfaatçi, pragmatist ve kötü boyutuna vurgu yapmaktadır. Doğrusu bu yaklaşımlar, insanın sadece bir boyutunu vurgulamak açısından eksiktirler.
Kur’an-ı Kerim’de insana önemli boyutlarıyla değinilir. “Ona (insana) fücuru (kötülük) ve takvasını (iyilik) ilham edene…” (91/Şems, 8) Buna göre insan salt “kötü” olmadığı gibi salt “iyi” de değildir. Dinin ve vahyin buradaki temel rolü ve hedefi insanı “kötü” olanlardan arındırarak onu “kamil” bir düzeye çıkarmaktadır. Esasen dinin kendi içindeki rükunlarını ve ilkelerini insanlar üzerine bir “dikte” gibi değil; ona imkan sunmak şeklinde algılamak bu açıdan önemlidir. Dolayısıyla İslam’ın burada ancak insan için “ütopya”ları besleyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Burada “ütopya” kavramı gerçeklikten kopuk bir “idea” olarak değil; “iyi”yi inşa etmeye çalışan olumlu gelişme çabası olarak okunmalıdır.
Bugün dikkat ederseniz distopyalar yaygınlaşmaya başladı. Öyle ki filmlerden romanlara kadar distopik kurguların sadece edebiyat düzeyinde değil, gündelik hayatta da belirginleştiğini görmekteyiz. İnsan doğasına dair tüm niteliklerin tespit edilmesinin ardından, küresel kapitalizm ve tüketim kültürü gündelik hayatta insanı bu niteliklerini kullanarak kitleselleştirmektedir. Bu süreçte dinin insan özgürlüğünü kısıtladığı söyleminin karşısına insanın arzularını kışkırtarak yerleştirmektedir. Böylece “arınma”yı insana unutturup, “iyi”liği köreltip distopik bir geleceğe insanı hazırlamaktadır.