Noah Harari’nin Sapiens ve Homo Deus isimli kitaplarını duymuşsunuzdur. Çok akıcı dille yazılan bir insanlık tarihi özeti olduğundan çok popüler oldular. Ancak Harari’nin kitaplarındaki mesajına dikkat ettiyseniz, ilkinde insan insan dediğin işte sadece bir tür, yani nam-ı diğer Sapiens, ikincisinde de insan Tanrı olma yolunda yani nam-ı diğer Homo Deus olarak tarif edilmiş. Bana kalırsa, insanın kibrini vurgulamak mı istemiş yoksa ‘insanı’ yerin dibine mi batırma derdinde anlaşılması zor. Modern/postmodern antihümanist yaklaşımlardan dikkat çekici olan iki kitap gibi de okunabilir. “Zaten milyarlarcası var, çok da önemli değil” der gibi…
Temelde ‘hümanizm’ sözcüğü ‘insan sevgisi’ ile eş tutulan bir kavram olsa da, son yıllarda hümanizm karşıtlığı dikkat çekmeye başladı. Bana kalırsa humanizm, insanı önem sırasında en üst basamağa yerleştirme arzusu olarak ortaya çıkar. Ancak günümüzde çeşitli nedenlerle antihümanist yaklaşımlar da artmıştır.
Bunlardan ilki, ‘insanı merkeze koymanın tüm diğer canlıları ve çevresel/ekolojik öncelikleri ikinci plana atmaya yol açabileceği kaygısı’ nedeniyle hümanizme soğuk bakar. Haklı olarak ‘her şey insan içindir’ düşüncesine karşı çıkarlar. Öte yandan, bu konuda birileri, belki de hümanizmi (adem-i merkeziyetçiliği) antroposentrizm ile karıştırıyor olabilir.
Hümanizm (Adem-i merkeziyetçilik). İnsanın ve insan edimlerinin koşulsuzca değerli olduğu ve korunması düşüncesinden yola çıkar. Antroposentrizm ise benzer bir noktadan yola çıkar ancak insanı merkeze almayan bir düşüncenin imkansız olduğu kabulu temeldir. Bir başka deyişle antroposentrizm epistemolojik bir yaklaşımdır, hümanizm ise bu epistemolojiden hareketle kurulan etik ve siyasal düşüncedir. (Kaynak: Ekşisözlük)
Hümanizmi olumsuz gören ikinci bir grup ise, insanı merkeze alan, insanı en temel değer kabul eden düşünceye, Tanrı’yı ikinci plana attığı düşüncesi ile olumsuz yaklaşıyor.
Dücade Cündioğlu’nun deyişiyle, “Bazı dindar bilincin en büyük sorunu: insanî olan ne varsa onu ‘Tanrı adına’ değersizleştirme isteği. İnsanın yetenek ve başarılarını küçümsemekle Tanrı’yı yüceltmiş olacağını sanıyor. Oysa insan kendini yok ederek Tanrı’yı var edemez, o Tanrı’nın önünde ‘perde’ değil ‘ayna’dır.” (Burada ‘tanrı’ –kendi varlığından ari olarak- bir kavram olarak da anlaşılabilir).
İstesek de istemesek de bir insan olarak tüm varlığa ve insana içerden bakmak zorunda olduğumuz için nasıl düşünürsek düşünelim insanı merkeze almış olmak zorunda kalıyoruz.
Çünkü varlığa ve insana dışarıdan bakmayı ne kadar çok istesek de yaşam devam ettiği müddetçe bunu gerçek anlamıyla yapmamız mümkün olmayacak gibi görünüyor. Oysa bunu yapabildiğini iddia edenler, yani tüm varlığa ya da kendine dışarıdan bakabildiğini savunanlar –belki de farkında olmadan- sınırı aşıyor.
Tüm gerçekliği bu çabası ile yakaladığını düşünüyorsa, işte orada mutlak ki yanılıyor. Böylelikle de gerçeklik üzerinden değil, zan üzerinden yola çıkıp, Allah adına konuşmaya başlıyor.
“İnsanların toplumsal kötülük yapmasının nedeni kötü amaçları olması değil, kendilerinin ötekilerden daha iyi olduklarını ve onlar için en iyisini bildiklerini düşünmeleridir. Kendi misyonlarına olan inançları, kötülük yapmalarını sağlar çünkü ‘hakikat’e benzersiz bir erişimlerinin olduğuna inanırlar.” (Dostoyevski)
Bilimsel taraftan bakarsak bir dogma ile yol aldığını, dini taraftan bakarsak da, Allah adına konuştuğu pek çok durumda –istemeden de olsa- Allah’a şirk koşmuş olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü ‘bildiğini’ ifade ettiği, ‘Allah’a, yani Mutlak Varlığa atfettiği herhangi bir cümlenin, yanlışlık/hata içeren bir anlama/çıkarıma götürebileceğini çoğu zaman dikkate almıyor. Örneğin, dine atıfla konuyu ele alırsak, Kur’an ya da İncil’de yazılı bir cümle, insani bir dilde yazılmış olsa da, özü itibariyle Allah’tan vahiy edildiğine inanılır. Halbuki, vahiy edildiğine inanılan -örneğin Türkçe meal ya da Arapça- her metin, neticede Arapça’dan çevrilmiştir ve okuma ve anlama idealindeki her bireyin zihninde yeniden dekode edilmeye (yani şifresi çözülmeye/ yeniden anlam bulmaya) ihtiyaç duyar. Demem o ki, her cümle farklı yorumlanabilir ve her birey farklı anlamlar çıkarabilir.
Yani, dinin aslını bildiğini ve anladığını da kimse iddia edemez. Olsa olsa, duru bir zihinle ve temiz bir niyetle anlama çabası olabilir. Aynen bilim adamı da evren ve insan gerçeğini aynı titizlikle araştırmak ve anlamak gayretinde olabilir.
Hümanizme soğuk bakan üçüncü bir grup ise, ‘her bir insanın değerli’ olduğunu kabul etmektense, ‘bazı insanların diğerlerinden daha değerli olduğunu’ düşünebiliyor. Ben de bu noktada diyorum ki, her bir insan, sadece insan olduğu için değerlidir. Her canlı ve her madde de sadece var olduğu için değerli olduğu gibi. Hiçbir insanın diğer insanlar üzerinde –doğuştan gelen- bir üstünlüğü olamaz. Ancak tabii ki, ikisinden birini tercih etmek zorunda kalan her birey örneğin kendi çocuğunu (bazen kendinden bile) daha fazla sakınır. Bencil gen ve bencil insan –her ne kadar adaletli olmak istese de- özünde bir taraf kirlikle var olduğu için, çatışma, hak, hukuk, adalet kavramları ve siyaset felsefesi de buradan doğar. Çatışma kaçınılmaz olsa da, uzlaşma ve birlikten doğan kuvvet de her zaman olasıdır.
Özetle söylemem gerekirse, insan merkezli düşünmek zorundayız ve ben insanı –varlığın kendisinden sonra- en öncelikli değer olarak kabul ederek yol almayı tercih ederim. Diğer tüm canlılar ve evren de varlığın birer parçası olduğuna göre, zaten insandan da öncedir.
Yani, insan ancak varlık sayesinde var olur. Varlığa rağmen, varlığa zarar vererek, varlığını devam ettiremez. Sonuçta, ‘insanlar arasında ayrım gözetmeyen, varlığa dışarıdan bakabildiğini iddia etmeyen ve insanın koşulsuzca değerli olduğunu düşünen’ herkes aslında hümanisttir.
Ama hümanizm hızını alamaz ve postmodernizme gelindiğinde, artık aynı sofistlerin hâkim olduğu çağdaki gibi, yaygın inanışa göre her şeyin ölçüsü insan olur. Gerçeklik diye bir şey sadece varsayımdır, asıl olan insan ve insanın bireysel varlığı, onun arzu ve ihtiyaçlarıdır artık. Dünya geçici bir oyun alanından ibaret olur. Hazzın arandığı ve yaşandığı anlar vardır. Carpe diem denir ve gerisi hiçliktir. Günlük yaşamın koşuşturması, meşgul olunması gereken işler (oyuncaklar) insana düşünme fırsatı bile vermez. Her yer kişisel gelişim kitaplarıyla dolar. “Önce sen, sadece sen” diyen. Yani bize “Önce ben, sadece ben” dememizi tavsiye eden. İşte böyle bir ortamda, kişi bilinçli/ farkında/ aktif bir şekilde düşündüğü zamanlarda ya da onunla/kendisiyle konuştuğunuzda ‘kendisi dışında da bir varlık olduğunu’ inkar etmez. Ancak, ‘kendisi dışında bir varlık alanı yokmuşçasına’ yaşayabilir.
Oysa Terry Eagleton’a göre, ‘carpe diem’ diye anılan [günü yaşa] formül, yani: “Günü kavramanın, gül goncaları toplamanın, ikinci bir bardağı devirmenin ve bir yarın yokmuş gibi yaşamanın hummalı jouissance’ı (keyif), ölümü ümitsizce alt etme stratejisidir ve ondan bir anlam çıkarmak yerine onu aldatma çabasını simgeler. Bu strateji coşkulu hazcılığa, inkar etmeye çalıştığı ölüme bağlılığını bildirir. Bu, tüm marifet gösterisine rağmen karamsar, ölümün kabulü ise gerçekçi bir görüştür.”
Modernizmde kişinin/ bireyin/ ben kaybolmaya yüz tutması gibi, postmodernizmde de toplum/ öteki/ sen yok olmaya doğru gider. Oysa ‘ben’ var olmadan ‘sen’, ‘sen’ var olmadan ‘ben’ var olamaz…
“Her birimiz tek kanatlı melekleriz ve bizler ancak birbirimizi kucaklayarak uçabiliriz.” Mevlana
2 yorum
Kalemine sağlık Koray’cım.
Ölüm korkusunu yenmek için, birey ile toplum arasındaki çatışmayı çözmek için, anlamlı bir hayat yaşamak için, erdemleri tek tek anlayıp, doğru uygulamak gerekir. Sağduyu, cesaret, özveri vs.vs. hikayelerde kalmamalı.