“Merak kediyi öldürür belki, ama insanı diriltir.”
Düşünsene, hiçbir şeyi merak etmeyen, hiçbir şey sormaz. Hiçbir şey sormayan ise, ya hiçbir şeyi merak etmiyordur, ya sormasına izin verilmiyordur, ya her şeyi biliyordur ya da zihinsel bir özrü olduğundan soramıyordur. Zihinsel bir özrü olanı bir kenara koyalım –çünkü tıbben, hukuken, mantıken ve pek çok dine göre onun mazereti var- ve bir insan her şeyi bilemeyeceğine göre, yasak edilmedikçe, merak tükenmedikçe insan sorar. Haydi, bir aforizma yapalım.
“İnsan soru soran hayvandır.”
Soru sormak için de öncelikle bilmediğini fark etmen gerekir. Bilmediğini bilmen ya da bildiğinden şüphe etmen lazım ki sorasın. Her şeyi bilen ya da her şeyi bildiğini düşünen biri soru sormaz. Sorsa da, bilmek için değil, başka amaçla sorar. İnsan büyüdükçe, yani bir zigot, fetüs, plasenta ya da bebek değil de, artık bir insan oldukça; beynine ulaşan duyular algıya, algılar imgeye, imgeler simgeye, simge kümeleri de kavramlar hâline geldikçe, yani düşünceler üzerine düşünme başlayınca, insan merak eder ve sorar. Çocuğu olanlar bilir, çocuk kendini ve dünyayı kavradıkça başlar sormaya. Otizmi olan bazı bireyler ya da bilinci, muhakemesi yerinde olmayanlar dışında tüm insanlar soru sorar. Durmadan sorası gelir, ta ki birileri ‘yeter artık sorma’ diye onu bastırana, ya da etrafındakiler kendi bildiği ‘doğruları’ ona ezberletinceye kadar.
Ama otantik insanın, içindeki çocuğun güven, hayret, tutku, şüphe ile merak etme becerisi ezilmemiş olanın sorusu bitmez.
Biliyorum ki şimdi ve burada, yalnızca sen ve ben varız. Aramızda soru sorma yetisi olmayanlar yok. Çünkü onların bu yazıyı okuma şansı da olmayacaktır. Hiç merakı olmayanlar ya da her şeyi bilenler zaten bu yazıyı okumazlar. Bilmediğini bilen ve merak eden ben ve sen baş başa kaldık anlaşılan. Sorularını yüksek sesle sormana izin verilmiyor olabilir. Sorun değil, burada biz bizeyiz. Birlikte sorarız bu soruları istersen. Dedik ya, korkularımız bize engel olmadıkça, merakımız bizi alıp götürecek. Bu yolda bazı zorluklar olabilir. Önceden uyarmak isterim. Mesela bazı soruları sordukça, önceden bildiğine inandığın bazı şeyleri aslında gerçekten bilmiyor olduğunu düşünebilirsin. Önceleri bu durum biraz rahatsız edici olabiliyor. Aslında –bana kalırsa- bu rahatsızlığın temel nedeni, bilgi ve inanç konusunun birbirine karışıyor olması. Yani, bildiğimizi sandıklarımız, aslında inandıklarımız. Zaten, her bilgi bir tür inançtır. Bazıları verilere, kanıta dayanır. Bazıları da kafadan atmadır. Neyin gerçek bilgi (episteme), neyin zan (doksa) olduğu uzun bir konu, Platon kafayı takmış buna.
Platon’un yazdığı Sokrates’in Savunması isimli kitabı okumanı öneririm. Sokrates’in hikâyesini bilirsin. Ortalıkta dolaşıp herkesin ensesinde beliren ve zor sorular soran adam. Kendine at sineği diyen. Tek yaptığı soru sormak olan bu adamı, işte o ‘her şeyi bilenler’ pek sevmemişler ki, Sokrates’in sonu acı olmuş. ‘Gençlerin kafasını karıştırma suçundan’ idam edilmiş. Demem o ki, bazı mahallelerde çok soru soran adamı, meraklı olanı pek hoş karşılamazlar. Bana kalırsa, insanın hayret etmesini zedeleyen ve merakını bastıran en önemli neden korkularıdır.
Çünkü insan –belki de en çok- seçmek zorunda olmaktan, özgürlükten korkar. Seçmek demek sorumluluk demektir, her tercih bir vazgeçiştir. Her seçim bir başkaldırı, bir aykırı düşmedir. Hele bir de azınlıkta kalırsan, çoğunluk seni yutar diye korkabilirsin.
Yalnız olmak, kendi başına düşünmek, karar verip bir seçimde bulunmak çok zordur. “Sürüden ayrılanı kurt kapar.”, “Eski köye yeni adet getirme.”, “İcat çıkarma.” derler. Psikiyatrist Erich Fromm Özgürlükten Kaçış isimli kitabında işte bu konuyu çok da güzel anlatmış. Schopenhauer de ekliyor, “İnsan sadece yalnız olabildiği sürece, bütünüyle kendisi olur. Yalnızlığı sevmeyen özgürlüğü de sevmez.” Bu yüzden özgürlük ve yalnızlıktan kaçan insan topluma, yaşam dünyasına sarılır. Ünlü psikiyatrist Rollo May’in şöyle bir tespiti var. May, “Faşist ya da Nazi totaliterizmin ortaya çıkmasının nedeni bir Hitler ya da bir Mussolini’nin iktidarı ele geçirmeye karar vermesi değildir” der. Ona göre, “Uluslar dayanılmaz bir ekonomik talep sürecine girdiğinde ve hem psikolojik hem de tinsel anlamda içleri boşaldığında totalitarizm oluşan bu boşluğu doldurur ve insanlar artık kaçınılmaz bir hâl alan endişeden kurtulabilmek için özgürlüklerini satmaya hazırdırlar.” Rollo May, insanın özgür ve özgün olma arzusu ile toplumun –özellikle de anne babasının- ondan beklentileri arasında yaşadığı çatışmayı, Orestes Kompleksi üzerinden Kendini Arayan İnsan adlı kitabında çok güzel anlatmış. Ben de Baba Olmak ve Ergenin Ruhsal Gelişimi isimli kitaplarımda detaylara değinmiştim. Aslında, bana kalırsa, Freud’un –Platon’dan ve daha pek çoğundan esinlenerek- insan ruhsal aygıtını üçe bölmesi de bu temel çatışma üzerine dayanır. Özetle söylemek gerekirse, yapmak istediklerimiz –dürtülerimiz, arzularımız, heva ve hevesimiz ve ihtiyaçlarımız vs.- (id) ile ne yapmamız/ yapmamamız gerektiğini söyleyenler –kültür, toplum, elalem, hukuk, vicdan, din, ideoloji, vs.- (ego ideali ve süperego) arasında bir dengeye (ego) ihtiyaç duyuyoruz.
Hatırladığım ilk anılarım 4-5 yaşlarımda başlıyor. Klasik sorular da işte böyle başlıyor. Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Ben kimim? Sen kimsin? Burada ne işim var? Her sabah kalktığımda varlığa yeniden uyanıyorum. Düşünüyorum, düşündüğümü düşünüyorum. Sonra da düşündüğümü düşündüğümü düşündüğümü… Ve böylelikle karşıma sonsuzluk kavramı çıkıyor. Mekanda ve zamanda sonsuzluk olabilir mi? Bir türlü düşünemiyorum bunu, çünkü zihnim izin vermiyor. Zamanı ve mekanı sonsuzluğa taşımaya çalıştığımda, “Peki ya ötesinde ne var?” sorusuna engel olamıyorum. Kapalı bir çember içinde dönüp duruyor da olabiliriz. Varlık zemininde bir yanıp bir sönen ışık gibi, bir ‘var’ ve bir bakmışsın ‘yok’ olmuşuz. Ben, sen ve tüm varlık gibi. Peki gerçekten de en azından, hiçbir şey yerine bir şeyler var olduğuna göre ve bu varlığa şahitlik ettiğimize göre, bu bir şey nasıl var oldu? Gün gelir de her şey yok olabilir mi? Diyorlar ki, “Her şeyi Allah yarattı.” Diğer bazıları da soruyor, “Peki o zaman, onu kim yarattı?” Gelecekten emin olduğum, kesin olan ne var? Ölüm kaçınılmaz mı?
Güvendiğim diğerlerinin bu sorulara verdiği yanıtlar ve aklımın yettikleri bir süre yeterli oldu. Ama yaşım ilerledikçe, her yeni bilgi ve deneyim, bir de beynimde oluşan yeni sinapslar, miyelin kılıfları derken, yeni sorular eklendi. Örneğin, bir ara bir felsefe denemesi yazma fikri aklıma gelmişti. “Tüm varlığın aslında sadece insanın kendi zihninden ibaret olduğu fikri –sanırım buna solipsizm de denebilir- aksi ispat edilemez bir düşünce biçimi midir, yoksa felfesi akıl yürütmelerle aksi ispat edilebilir mi?”
Solipsizm (Tekbencilik). ‘insanın yaşadığı ve şahit olduğu her deneyim ve bilginin ancak kendisi ile var olduğuna, tüm diğer varlıkların, insanların, kısacası her şeyin sadece bir yanılsama olduğuna inanmak’ şeklinde açıklanabilir.
Truman Show diye bir film vardı. İzlemediysen, öneririm. Solipsizm üzerine düşünmek için iyi bir film bence. Yani, ben aslında bir rüyanın içinde olmadığımı ve tüm bu yaşananların bir yanılsama olmadığını (Matrix filmi aklına gelmiş olabilir) asla ispat edemez miyim?
Sonraları –felsefe okudukça, anlatanları dinledikçe- anladım ki, varlığı ‘gerçek’ olarak görenlere realist, kavramları ‘daha gerçek’ kabul edenlere de idealist deniyormuş. Bir de nihilizm varmış. Nihilizmin de pek çok çeşidi olduğu söylenebilirmiş. Mesela, varlığı tümüyle reddedenlere radikal nihilist denirmiş. Bununla birlikte politik, ahlaki, epistemolojik, kozmik ve varoluşsal olarak da ayrılan nihilizm türleri varmış. Varlığı tümüyle yok sayan radikal nihilistlerin aksine, belirli bazı bilgi türlerinin imkanını reddediyorlarmış. Bir de sorunlara çözüm bulunamayacağını düşünerek, çıpayı oraya atanlara da agnostik (bilinemezci) deniyormuş.
“Meseleyi mesele etmezsen, ortada mesele kalmaz” demekle mesele çözülmüyor.
Agnostik olmak topu taca atmaya benziyor. Biraz zaman kazandırıyor. Oyun duruyor bir süre, o kadar. Hemen arkasından, top rakibe geçmiş oluyor ve üzerine üzerine gelmeye başlıyor yine, zor sorular. Sürekli defansta durup, her gelen argümanı taca atmaya devam etmeye çalışmak da bir seçenek olabilir.
Öte yandan, nihilizm sanki, “Ben oynamıyorum” demek gibi. Maçın ortasında, sahanın bir yerinde kendini yere atmak gibi bir şey. Kimisi oyuna, kimisi de hakeme tepkili. Oyunu sevmemiş olsa gerek, kuralları sorguluyor duruyor ya da adalete güveni kalmamış, öfkesini nereye yönelteceğini şaşırarak, bazen topu kendi kalesine atmak bile aklından geçebiliyor. Ya da öfkesini bir türlü kontrol edemiyor, kendini ya da oyunu hiçlemek, hiçliğini kendine ve başkasına ispatlamak adına, -‘var’ken ‘yok’ olmakla, ‘var’ken ‘hiç’ olmayı karıştırırcasına- kırmızı kart görecek -intihar misali- bir eylem yapıveriyor. Oyunu arkasında bırakıp, saha dışına atılınca da, hiç de ‘hiç’ olmayıp, bir süreliğine ‘yok’ olduğunu fark edemiyor. Arkasına bakmadan dönüp gidiyor. Kafasını kuma gömen devekuşu gibi.
Hani şu aşka inanmayanlar gibi. “Ben hiç aşık olmadım” demiyor da, “Ben aşka inanmam kardeşim” demekte inatçılık ediyor. “Gözümle görmeden inanmam” diyor. “Tamam, bak işte kedi” deyince de, “Ne kedisi?” diye şüphe içinde. “Dokun bak, ne tatlı” desen, korkuyor, dokunmuyor. Sonra da, “Ben kedi olduğundan emin değilim” demekle ısrar ediyor. “Tamam” diyorum ben de o zaman. “Kediyi boş ver, ama bir gün kedi seni tırmalarsa, acıyı hissettiğinde, önce ona inan. Sonra da acısı bir yandan, seversin kediyi belki de…”
Senin yanıtını en çok merak ettiğin sorun ne?
Peki ya senin için en en önemli şey nedir? Sabah kalktığında aklına ilk gelen ve yatarken onu düşünüp de uykuya daldıkların? Kafana göre takılıyor musun? Yoksa en temel ilken, her şeyi belirleyen bir tür temel sabiten mi var?
Seçim yaparken neye göre karar verirsin?
Kötü bir duygu hissettiğinde ilk tutunduğun şey nedir? Kimi ararsın mesela? Bilmediğin bir şeyi ilk kime sorarsın? Ya da en çok kimi ya da neyi kaybetmekten korkarsın? Hayallerin var mı? Seni sen yapan ideallerin? Yaşamına bir anlam verebildin mi? Kontrol sende gibi geliyor mu? Yoksa rüzgar nerden eserse, akıntı nereye sürüklerse yolun o mudur? Rotan neresi? Kılavuzun kim? Ya da ne sorsam, “Boşver…” diye mi düşünüyorsun? Sorular seni yoruyor mu?
Peki bana yardım etmeye ne dersin?
Yaşama enerjimi ve motivasyonumu nasıl ayakta tutabilirim? Hayatımda mutluluk ve huzuru nasıl bulabilirim? Doğru ve iyi olan –her ne ise- onu nasıl bilebilir ve nasıl onlara uygun davranabilirim? Peki ben, kafama göre takılsam olur mu? Haddimi aşıp aşmadığımı nasıl bilebilirim? Yetki ve sorumluluklarımın sınırı nereye kadar? Kimseyi üzmeden, hiç kalp kırmadan ama dolu dolu nasıl yaşayabilirim? Çok mu kafaya takıyorum yoksa? Doğruluk, iyilik, güzellik, adalet hepsi göreceli mi? Boşuna mı bunca emek? Mükemmeli ararken, iyiyi elden mi kaçırabilirim? Beni ikna edebilir misin? Yoksa, “Bana ne?” diye mi düşünüyorsun. Her koyun kendi bacağından mı asılır? Bana/ sana dokunmayan yılan bin yaşasın, öyle mi?
Daha da ileri gitmemde senin için bir sakıncası yoksa, başka sorularım daha var. Cehalet mutluluk mudur gerçekten? Hakikati arama arzusu sağlıklı mıdır? Çok düşünmek hasta eder mi? Hangi düşünce sağlıklı, hangileri sağlıksız kabul edilebilir ve buna kim karar verebilir? Hazzı aramalı mıyım? Yoksa sadece acıdan mı kaçınmalıyım? Neden bedenimdeki her atom, milyarlarca hücre sürekli değişse de zihnim hep aynı gibi geliyor? Özgür irade varsa kader nedir? Kader varsa, özgür irade nedir? Vicdan nedir? İrade geliştirilebilir mi? Can sıkıntısı ya da kaygı kaçınılmaz mı? Çocuklarımıza ne öğretmeliyiz? Aklın yolu kaçtır? Fabrika ayarlarımız nedir? İnsan nedir? Canlılık nedir? Varlık mı önce gelir, bilgi mi? Tanrı mı bizi yarattı, biz mi tanrıyı yarattık? Ölüm kaçınılmaz ise, ya sonrası? Ölümden sonrasına hazırlanmalı mıyım? Düşüncelerimden sorumlu tutulabilir miyim? Her yaptığım şeyi ben mi yaptım? Mutlak olan nedir? Tüm bu soruların doğru cevabını nasıl bilebilirim?
Tüm bu sorular ve binlerce başkası ruh ve sağlıkla doğrudan ilişkili sorular ve orta yerde öylece duruyorlar. Tüm insanlık bu soruların yanıtlarını arayıp duruyor zaten. Milyarlarca insan, binlerce yıllardır cevap bulamamış, biz mi bulacağız? Belki de doğru cevapları bilen binlerce, milyonlarca insan vardır. Bu sorulara cevap bulmak için tek kaynak insanlar mı? Soruları yanıtlamada aklım yeter mi? Kimin aklı yeter? Din gerekli mi? Dinine sarılmış herhangi biri en doğrusunu bildiğini söylüyor. Ama öbürü “Daha doğrusunu ben bilirim” demiyor mu? İnsanlar bu yüzden, “En iyisini ben bilirim” diye, dini için, birbirini öldürmekten ya da canını vermekten nasıl da çekinmemişler? Her yerde ve her zaman geçerli olabilecek bir doğru, bir yasa yoksa eğer, yani her şey göreceli ise, bunca kavgaya değer mi? Ne olsa gider mi? Bilim ise –olasılıkları hesaplayıp dururken, hep bir hata payı koyarken- aslında hiçbir şeyden emin olamayacağımızı mı iddia ediyor yani? Ben ne yapıyorum peki, şüphe etmekten başka? Doğruyu, en doğruyu, yani mükemmeli ararken, armudun sapı, üzümün çöpü derken, hayat, gerçek neyse elimden ya kaçıp gidiyorsa?
Yaşamak Güzel, Güzel Yaşamak İçin…
Geleceğimizden emin olduğumuz tek bir şey var, o da ölüm…
Yani istesek de, istemesek de, inansak da inanmasak da öleceğimiz kesin. Ayrıca, bu dünyaya neden geldik, nereye gidiyoruz bilmiyoruz. Tahmin ediyoruz, iman ediyoruz ya da inkar ediyoruz ama yine bir gerçek var ki hayatın anlamını ve amacını kesin olarak bilmiyoruz. Ve tabii önemli bazı gerçekler daha var. Mesela belki de en önemlisi, biliyoruz, görüyoruz, hissediyoruz, düşünüyoruz ki hiçbir şey olmayacağına bir şeyler var. Ve hepimiz dünyalıyız ve dünyalıdan başka bilgi kaynağımız yok. Ve az zamanımız kaldı, her gün ölüme bir gün daha yaklaşıyoruz…
Milyarlarca yıllık ömrü ile evrenin yanında sadece bir yüzyıla sığan insanın, milyarlarca insan içinde ve kocaman dünyada tek bir bireyin önemsiz ve değersiz olduğunu düşünenler olabilir. Gücü bazen kendine bile yetmeyen insan kendini aciz ve anlamsız bir varlık olarak görebilir. Hayatta yalnız, huzursuz, endişeli ve çaresiz hissedebilir.
Öte yandan, biliyoruz ki bu duygu ve düşünceler her zaman ruhumuzu esir almıyor. Hayatın çoğunda ölmeyecekmişiz gibi yaşıyoruz. Olumsuz duyguları bastırıyoruz ya da başkalarıyla paylaşarak azaltıyoruz. Yani yalnız olmadığımızı görüyoruz. Bazen de çaresiz dertlerimiz oluyor, elden bir şey gelmez deyip sabrediyoruz. Her gün çaresiz dertlere yeni çareler üretiyoruz ve diğer insanlarla paylaşıyoruz. Tabii yine de diyoruz ki “Bir tek olana ve ölüme çare yok”.
Yani, sözün kısası iki kapılı bir handa gidiyoruz gündüz gece, gündüz gece…
Ölümden sonrasını yokluk olarak düşünenler bir tarafa, bu dünya sonsuzluğa giden yolda belki de çok ama çok önemli bir durak. Zaman az ve değerli, ama pek çok şeye yetecek kadar da zaman var aslında.
Bir çocuk ve ergen psikiyatrisi uzmanı olarak, elimden geldiğince herkese söylemeye çalıştığım bir düşüncemi burada da paylaşmak isterim. Bir çocuğun mutlu, özgüvenli ve huzurlu bir birey olarak yetişmesi için hayatın beş direk üzerine oturtması gerektiğini düşünüyorum.
Hayatta bizi sağlam tutan beş direk:
1. Fiziksel iyilik hali: Beden ve ruh sağlığı insanın en önemli direklerinden biri elbette. Bunun için sağlıklı beslenme, sağlıklı uyku ve sağlıklı ve düzenli fiziksel aktivite gibi unsurlara dikkat. Tıbbi takip ve tedavileri de ihmal etmemeli…
2. Sosyal iyilik hali: İhtiyacımız olduğunda çevremizde dostlarımızın olması ne güzel. Eşimiz, annemiz, babamız, çocuklarımız, ailemiz, arkadaşlarımız, komşularımız, akrabalarımız bizim belki de en önemli güvencemiz insanlardan oluşan güvenlik ağımız. Dostlarımızı ihmal etmeyelim…
3. İş/ akademik hayat: Bir insanın yaptığı işi sevmesi ve o işte başarılı olması mutluluğun ve huzurun en önemli kaynaklarından biri. Öğrenciler derslerine, çalışanlardan da işlerine sahip çıkıp, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışsa…
4. Hobiler: İnsanı düşündürecek, geliştirecek, estetik değerlere ulaştıracak ve mutlu edebilecek o kadar çok hobi var ki. İstedikten sonra zaman da bulunabilir. Örneğin, resim, elişleri, müzik, okuma, gezme, vb… Bu konuda “Ergenim ve canım çok sıkılıyor” başlıklı yazımı okumanı öneririm.
5. Felsefe/ din/ ideoloji: İnsanı insan yapan en temel özelliği akıl sahibi olması. Düşünen insan da hayatına anlam aramadan edemiyor. İster dogmatik, ister pragmatik, hangi yolu seçeceğine de insan yine aklıyla karar veriyor. Herhalde bu yüzden, insana da aklını en iyi şekilde kullanarak kendine ve başkalarına faydası dokunacak doğru yolu seçme, sorumluluk düşüyor…
Elimden geldiğince bu beş temel direği sağlamlaştırma yolunda öneriler vermeye çalışacağım. İnternet dünyası o kadar çok geniş ki. Milyarlarca insanın ortak ürünü olan bilgileri yeniden tekrar etmek değil amaç. Amaç onları derleyip toplama ve bir hatırlatmada bulunmak.
Can sıkıntısına merhem olması, yaşamayı güzel kılması dileğiyle…