Gerek tabii ve fiziki gerekse sosyal bilimler ve hatta giderek o bilimler içinde alt alanların çoğalmasıyla birlikte yeni bilimlerin gelişmesine şahitlik etmekteyiz. Bu denli detaylanmış uzmanlaşma alanlarının çoğalması, belki insanların bilgi açısından gelişmişliğine bir işaret sayılabilir. Öte yandan giderek bütüncül bir bakış açısının kaybediliyor oluşu bir handikap olarak durmaktadır. Fakat bu kadar bilgi üretilmesine rağmen esas soruların hala cevaplanmayı bekliyor oluşu da bir başka handikap olarak okunabilir.
Bu yazıda dünya hayatının hem öznesi hem de nesnesi durumunda olan “insan”ı sorunsal olarak ele alan bilimlerin ona dair söylediklerini bir “anlam” problemi çerçevesinde analiz etmeye çalışacağız. Temel tezimiz ve problemimizi şu şekilde ifade edebiliriz. Tabii, fiziki ve sosyal bilimlerin farklı alanlarında “insan” üzerine üretilen bilgilerin insanın anlam problemini çözemedikleri gibi derinleştirdiklerini görmekteyiz.
Son dönemlerde özellikle biyoloji ve antropoloji gibi bilimlerin özel bir önem kazandıklarını görmekteyiz. Sosyobiyoloji ve paleoantropoloji gibi alt alanlar da ilgi çekici hale gelmeye başladı ve daha da önemlisi insan üzerine hem onun canlı bir organizma hem de sosyal bir varlık oluşundan kaynaklanan boyutları üzerine analizler üretildi. Bu arada benim en çok dikkatimi çeken nokta; tüm bu bilimlerin temeline “evrim” düşüncesinin yeniden oturtulması.
“Sosyobiyoloji; canlıların sosyal davranışlarının evrim biyolojisi ve genetik temelinde, kendiliğinden anlaşılacağı üzere insanı da modelleri, teorileri vb. içine almak suretiyle araştırılmasıdır” (Wuketits, 2020; 10) şeklinde tanımlanmaktadır. Bu çerçevede sosyobiyoloji, tüm canlıların sosyal yaşamlarını incelemektedir. İkincisi de, bu incelemesini evrim biyolojisi ve gen üzerinden takip etmektedir. Dolayısıyla biyolojinin ve sosyolojinin karşılıklı verilerini kullanarak canlı hayatının sosyal doğasını araştırmaktadır. Fakat tüm bu incelemelerinde dikkat çekici nokta; insanı da sosyal olması kadar “biyoloji”nin sınırları içerisinde ele almasıdır. Hatta giderek “biyoloji”nin sınırları ve genin insanın yol haritasını çizecek ve insan için ilke oluşturacak bir teoloji haline dönüşmesidir. Burada açıkça insan biyolojik bir varlık derekesine indirgenmektedir. Agamben, Greklerde “hayat” sözcüğünün karşılığı olarak “zoe” ve bios” şeklinde iki kavram ayırt ettikten sonra, zoe kavramının bütün canlı varlıklarda ortak nitelik olan canlılık özelliğine atıfta bulunduğunu belirtmektedir. (Agamben, 2013; 9) Bu ayrımdan hareket ederek söyleyecek olursak, insan “zoe”nun sınırları ve içeriklerinde tanımlanmaktadır.
İnsanın kökenine dair analiz yapan kitapların temel argümanlarını da şu şekilde ifade etmek mümkündür. Evrimsel biyolojiden hareket eden bu yaklaşımlar öncelikle insanı hayvan türlerinden birisi olarak tanımlamaktadır. (Junker, 2021; 7) İkinci olarak, primatlar grubuna dahil olan insanın ilk atasının 6-7 milyon yıl öncesine uzanan geçmişi verilmektedir. Homo Erectus’a geçiş ise 2 milyon yıl olarak belirlenmektedir. (Junker, 2021; 21-23) Bu tezlerin bilimsel tartışmalarını bir kenara bırakarak hepsini veri olarak kabul ettiğimizi varsayalım.
Burada bir de antropolojiden kısaca bahsetmeliyiz. İnsan üzerine odaklanan bir bilim olarak antropoloji, fiziki yapısı kadar insanı kültür üreten bir varlık olarak da ele almaktadır. Şahsen antropolojinin ve biyolojinin birçok verilerinin ilahiyattan diğer bilimlere kadar katkılarının olabileceğini düşünmekteyim. Fakat antropolojik verilere de özellikle postmodern zamanlarda teoloji gibi bir işlev yüklenmektedir.
Biyoloji, sosyobiyoloji ve antropoloji gibi bilimler söz konusu olduğunda özellikle üç noktanın sorunsallaştırılması gerekmektedir. Birincisi, zikredilen tezlerde bilimsel anlamda Post/modern zamanlarda insanın kökenine dair verilen bu bilgiler, insanlık tarihi içerisinde ne kadar geriye giderse gitsin, son kertede insanın dünyada niçin bulunduğuna dair bir cevap üretebilmiş değil. Halbuki modernizm epistemolojik kapsayıcılık bağlamında ilk başta çok iddialıydı. İkincisi, bu tezler insanı dünya ile sınırlı ve biyolojik çerçevede bir varlık olarak tanımaktadır. Üçüncüsü de, insan için hayatın anlamına dair henüz bir öneri sunabilmiş değillerdir. Burada anlatılan insanın hikayesi bir amaçlılık taşımıyor. Dördüncüsü, insan diğer canlılar gibi sıradan bir varlık olarak görülüyor.
İslam’ın din olarak insanın kökenine dair bir hikayesi vardır. Bu hikayede insanın ilk atasından (Adem ve Havva), Tanrı ile bağlantısı ve dünyaya niçin gönderildiğine dair kapsamlı cevaplar bulmak mümkündür. Bu hikayenin en önemli tarafı da insanın sıradan bir varlık olmayıp, Tanrı’dan bir nefha taşımasıdır. Diğer yandan Kur’an-ı Kerim’in anlatımında en dikkat çeken unsurlarından birisi de, insanın Tanrı karşısında ciddi bir muhatap olmasıdır.
İnsanoğlu bugün çok bilgi üretmekle övünmektedir. Doğrusu bilgi üretimini takdir etmemek mümkün değildir. Evet bir insan olarak dünyada hayat, insanın tarihsel süreçte neleri geliştirdiği merakı muciptir. Fakat en temel soru olan insanın bu dünyaya nereden geldiği ve niçin yaşadığı dine referans yapmadan cevaplanamamaktadır. Dolayısıyla sosyal bilimler henüz insana dair ikna edici bir hikaye yazabilmiş görünmüyor.
Not: “Hikaye” kelimesi makale boyunca “bu hikayeleri geç” türünden “masal, uydurma” anlamlarında kullanılmamıştır. Burada Hikaye “insan”a dair anlamlı, tutarlı, bütüncül bir anlatım manasındadır.
KAYNAKLAR
Agamben, Giorgio (2013); Kutsal İnsan-Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, Çev. İsmail Türkmen, 2. Baskı, İstanbul, Ayrıntı Yay.
Junker, Thomas (2021); İnsanın Evrimi-Bir Varoluş Yolculuğu, Çev. Nilüfer Epçeli, İstanbul, Runik Yay.
Wuketits, Franz M. (2020); Sosyobiyoloji Nedir?, Çev. Nurettin Demir, İstanbul, Runik Yay.