“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Bu, bana ittir,” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da hem cinslerine “Bu sahtekara kulak vermekten sakınınız! Meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise kimseni olmadığını unutursanız, mahvolursunuz” diye haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden, nice yoksulluklardan ve nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu!” “İnsanları uygarlaştıran ve insan türünü bozan şey, ozana göre altın ve gümüş, ama filozofa göre demir ve buğdaydır.” “Uygarlıktaki her yeni ilerleme, aynı zamanda eşitsizlik yolundaki yeni bir ilerlemedir.” J. J. Rousseau (1712-1778), İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine adlı eserinden.
Eş: Benzer, aynı, tıpkı, denk, arkadaş, gönüldaş, ortak, benzer, emsal, müsavi, küfüv, akran, misl. Evli erkek ve kadın bir elmanın yarısı gibi eşlerdir.
Eş sözcüğüne birçok eklemelerle günlük hayatımızda kullanıyoruz. Eş+itlenmek, eşitçi, eşsiz, eşitleşmek, eşitlemek, eşitletmek, eşitsiz, eşitsizlik, eşitlik.
Sözlükte Eşitlik: İki veya daha çok şeyin eşit olması durumu; müsavilik, uygunluk, müsavat, muadelet/denklik.
Eşitlik: Kanunlar yönünden insanlar arasında ayrım bulunmaması durumu.
Eşitlik: Bedensel, ruhsal başkalıkları ne olursa olsun, insanlar arasında toplumsal ve siyasi haklar yönünden ayrım bulunmaması durumu.
İnsanlık keşke: Ahlak ve siyasette, medeni hukukta, iktisat ve sosyal alanda, cinsiyette, eğitimde, yurttaşlık haklarında ve siyasette eşitlik sağlayabilse. Yine alın terinde, maneviyatta ve insan olma bilincinde eşitlik ülküsünü gerçekleştirmiş olsa!
İnsan, insan olarak adsız doğar. Adı verildikten sonra hangi medeniyet havzasının insanıysa: siyasi, medeni, hukuki, iktisadi, dini, sosyal, zihni, maddi ve kültürel bir statü kazanır. Bu onun alın yazısıdır. İnsan alın yazısını anlamak, anlamlandırmak ve gerekirse değiştirmek ister. Ya da buna razı olarak yaşar. Köle anne ve babanın çoğu doğmuşsanız köle, kral çocuğuysan kralsın ve hürsün.
İnsanlığın tarihi eşitsizlik tarihidir. Eşitlik meselesi insanlığın tarih boyunca çözemediği meseledir. Çünkü insanın insana karşı zihniyet olarak bakışı kurtla kuzu misalidir. Kölelik tarihi bize bunu göstermektedir.
“Liberté /Hürriyet, égalité/eşitlik, justice /adalet ve fraternité /kardeşlik” sözcükleri Fransız İhtilalini (1789-1799) harekete geçiren sözcüklerdir. II. Meşrutiyet bu dört kavramı ilke olarak benimsedi. Genelde siyasi tarihlerde hürriyet ve eşitlik sözcükleri çok işlendi, üzerlerine kitaplar yazıldı. Liberal düşünce “hürriyet” sözcüğünü, sosyalist düşünce “eşitlik” sözcüğünü kendine esasa aldı ve kutsadı. Kardeşlik ise görmezden gelindi.
Daha sonra Avrupa ve ülkemiz hürriyet ve eşitliği dengeleyerek sosyal demokraside karar kıldı. Türkiye Cumhuriyeti anayasasına; laik, demokratik, sosyal ve hukuk devleti ilkesini koydu.
Medeniyetlerin insan anlayışı ve eşitlik konusunda sicili şöyledir:
Çin’de sosyal yapı asiller ve köylülerden oluşur. Köleler de köylülerden oluşurdu. Köylülere hürriyet hakkı tanımayan bu sosyal yapıda, sınıfların yaşayış ve hukukları birbirinden farklıydı. Çin’de sahip olunan köleler zenginlik ve kudretinin ölçütüydü. Ancak nihayet 1919 yılında Çin’de kölelik kaldırıldı.
Antik Yunan’da köleler, köylüler ve kadınlar aşağı sınıftandı. Yönetim işine katılmazdı. Eğitim hakları da yoktu. Seçkin sınıfın erkek ve kadınları bu haktan yararlanabilirlerdi. Atina’da her ayın ilk günü köle pazarları kurulur ve köleler çıplak bir vaziyette bir kürsüye çıkarılır, satışa sunulurdu. Aristoteles’e göre “Köle, mülkiyet olarak efendisinin malıdır.”
Roma İmparatorluğunda toplum; vatandaşlar ve köleler, sığıntılar (vatandaşlık hakkı olmayanlar) dan oluşur. Vatandaşlar da kendi aralarında üç sınıfa ayrılır: Soylular (kral ve zengin soyundan gelenler), patriciler (aristokratlar), plebler (avam-halk). Avam-halk arasında köylüler yer almaktadır. Yunan ve Roma düşüncesine göre, kendileri dışında kalan tüm ırk ve kavimler onlara köle olmak için yaratılmıştı. Köleler bir ticari meta gibiydi. Ömrü boyunca çalışır, arzu edilirse satılabilen ve vazifesi bitince de atılan bir eşya olarak görülmekteydi.
Batı medeniyeti özellikle de İspanya, İngiltere, Fransa, Portekiz, Hollanda, Belçika, Almanya ve İtalya köleliğe kendileri dışında herkesi layık görmüşlerdir. Amerika Birleşik Devletleri tarihi insanlığın en acımasız kölelik tarihlerinden birisidir. Teksas çiftlikleri kölelerin alın teri ve kanlarıyla sulanmıştır. Teksas katliamı tarihte utanılacak katliamdır.
Alın terinde eşitsizlik sonucu Yeniçağın başlangıcında İngiliz toplumunda 186 lort aile başına yıllık gelir 2590 lira, 800 barona 880, 600 şövalyeye 650, 400.000 orta halli köylülere, ortakçılara, gündelikçi ve ırgatlara, topraksız ve yoksul köylü aileye yıllık gelir sadece 6 lira düşmekteydi. Alt sınıflar bu kadar yoksul, gelir dağılımı bu kadar bozuktu.
Mısır’da dünyanın yedi harikalarından biri olan piramitler kölelerin gücüyle yapılmıştı. Azametli bir şekilde inşa edilen Firavun heykelleri, devasa ehramlar ve bunlar gibi diğer eserler, Mısır’da köleliğin ne baskı altında çalıştırıldığı ortada. Köleler gerek kadın olsun gerekse de erkek olsun hür insanlardan ayırt edilmesi kolay olsun diye başları kazıtılırdı. Köleler okuma yazma hakkından mahrumdu. Okuma yazma sadece seçkin insanların hakkı olarak görülürdü. Kölelerin eğitim hakları olmayışı seçkin zümrenin menfaatineydi.
Hint medeniyetinde ve ülkesinde toplumsal sınıflar: Brahmanlar/din adamları (din kadını yok), kşadriyalar yani skerler ve komutanlar, vaysiyalar/çiftçiler (yani köylüller) ve tüccarlar, südralar/aşağı sınıfa ait olan insanlar, paryalar/kast dışında olan insanlar ki bu sınıftakiler insan bile sayılmamaktadır. Köleler kral, zengin tüccarlar ve kamu yararına çalışırlardı. Köleler içerisinde kadınların sayısı da azımsanamayacak kadar çoktu ve köle kadınların çocukları da aynı şekilde, efendisinin mülkü sayılıp köle konumunda olurdu.
Japonlarda köylü olmak soylu olmamaktır. Kadınlar ise en düşük seviyedeydi. Ayak takımı köylüler ve işçilerdi. 1850’lerden sonra köylü gençleri askere alınınca soylu olan samuraylarla beraber askere gittiler. Bu köylüler için büyük değerdi. Bu görevle köylüler kendilerini değerli buldular. Japon dünya görüşünde: “Yabancıya iyi davran, silahlarını öğren ve silahlarıyla yok et.” anlayışı egemendir. Bu anlayış Japon medeniyetinin ikiyüzlülüğünün ve ahlaksızlığının işaretidir. Herkes alttakine hükmeder, üsttekine boyun eğer. Köylüler en altta olduğu için itaat kültürü çok yaygındır. İnsanlık tarihinde Japon medeniyeti büyük filozof çıkaramamasının nedeni bu itaat kültürüdür.
Araplarda eşit haklara sahip hür insanlar ve hürlerin haklarına sahip olamayan mevali (hürlüğe kavuşmuş azatlı köle), köle ve cariyeler vardı. Cahiliye döneminde esirler de köle ve cariye olarak alınır ve satılırdı. Toplum nezdinde kölenin değeri ticari varlıklar olarak görülürdü. Miras bırakılanı olduğu gibi Mehir olarak verildiği de olurdu. Araplar arasında cinsiyete bakılmaksızın gerek erkek gerekse de kadınlar köle sahibi olabilmekteydi. Hatta büyük oranda köle sahibi olmalarında hiçbir mahzur görülmemişti. Yani bir köleye ya da cariyeye birden çok adam sahip olabilirdi. İslam tarihçilerine göre, Arap olmayan Müslümana mevali denmekteydi. Nitekim bu kişilerin tamamı İslam dinini kabul etseler bile Emevîlerin nazarında mevali konumunda idi. Bugün bile bazı Araplar arasında Batı sömürgeci güçlerini “efendi” saymalarına rağmen, İslam toplumları içerisinde kendilerini “Kavmi necip” diğerlerini mevali yani kendilerinden aşağı sınıftan görme zihniyetleri vardır. Bu nedenledir ki; 1922 yılında Suudi Arabistan Krallığı dünya devletleri arasında köle ticaretini yasaklayan antlaşmaya en son imzayı atan devlet olmuştur.
Kuran ve Hz. Muhammed’in uygulamaları, köleliği engelleyecek ve ortadan kaldıracak yasalar koymadı. Bunula birlikte bu sosyal yapının daha insani olması için azımsanmayacak ahlaki ve fıkhi tavsiyelerde bulundu.
Tevrat’ta da köleliğin kaldırılması ile alakalı herhangi bir hüküm yok. Tevrat’ta İbrani kökenli olmayan kölelerle ilgili, “Köleyi azat et” diyen tek bir emir yok, bunun aksine olarak “Köle edinin” diyen hükümler var. İncil’de tüm insanların yaratılıştan eşit olduklarını ve tüm insanların birbirine kardeş olduklarını belirtmesine rağmen köle edinilmesi yasaklanmamıştır.
Hunlarda özel mülkiyet olarak şahsi kölelik yoktu ama kabile köleliği vardı. Kabileye ait köleler ise Hun Devleti’ne bağlıydı.
Tarihte kurulmuş Türk devletlerinin büyük çoğunluğunda olduğu gibi Hun toplumunda da imtiyazlı bir sınıf söz konusu değildi. Göktürk toplumundan bahsetmek gerekirse; köle ve hür ayrımı yoktu. Uygurlar savaş sonunda tutsak edilen kimseleri köle olarak temin ederlerdi.
Rus İmparatorluğunda toplum 4 sınıftan oluşmaktaydı. Bunlar; soylular, din adamları, işçiler ve köylüler. Köylüler; 19.yy. Rus toplumunun en alt sınıfıydı. Sosyeteden uzakta, kırsal bölgelerde yaşamaktaydılar. Çok çalışmalarına rağmen geliri en düşük sınıftı. Osmanlı toplumunda olduğu gibi okuma-yazma seviyeleri yok denecek kadar azdı. Yokluk ve sefaletin devam etmesi sonucu halk 1905’de ayaklanarak bu duruma tepkisini gösterdi. Ömer Lütfi Barkan’ın ifadesiyle Rus inkılabının dayandığı sosyal temel, Rusya’daki toprak meselesidir. Rusya’ya özgü bir inkılaptır ve her şeyden önce bütün kuvvetini Rusya’daki toprak meselelerinin hususi tarihinden almış “köylü hareketi” ve bir “topraksız ve aç köylüler” meselesidir. “Rusya tarihi sayısız köylü isyanlarının kanı içinde kıpkızıldır.” Dahası Batı Avrupa memleketlerinde olduğu gibi Rusya’da da toprak kölesi (serf) statüsündeki köylüler iş kaybı olmaması için başka senyörle ya da hür insanlarla evlenmesi yasaktı. Toprak kölesi köylünün gerçek sahibi senyörlerdi.
Osmanlı Beyliği uç bir siyasi yapıdayken özetle bu toplumda; savaşçılar (gaziler, alperenler), ahiler, dervişler, göçer-evliler gibi göç hareketleri ve yeni fırsatların buralara ittiği veya çektiği zümrelerin yanında öteden beri buralarda meskûn gayrimüslim köylü ve kentli halktan oluşmaktaydı.
Osmanlı Devleti İmparatorluk olunca hanedan ve saray halkı dışında toplumu iki unsur olmuştur. Askerîler ve Reâyâ. Bazen bu sınıflar dört unsur (anâsır-ı erbaa) veya rükün/direk (erkân-ı erbaa) olarak da tasnif edilir. Bunlar askerî/seyfiye yani idareci-asker tabaka. Ulema/ ilmiye yani kazaî-idareci sınıf ile eğitim öğretimle uğraşan ve dinî konularda fetva veren ulema. Kalemiye yani bürokrasi. Bunlar vergiden muaftı. Reâyâ ise vergi vermekle yükümlü halk idi. Bu geniş kütle içinde çiftçi-köylüler, konar-göçerler ile kasaba ve kentlerdeki zanaat erbabı, tüccarlar ve hizmet sektörü mensupları vardı. Reayayı, çeşitli din, mezhep, ırk ve dilden topluluklar oluşturmaktaydı. Osmanlı Devleti’nde dini yönden yönetilenler; Müslümanlar ve Gayrimüslimler olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Müslümanlar çoğunlukla tarım ve zanaatla uğraşırdı. Tanzimat öncesinde reâyâ terimi gayrimüslim vergi mükellefleri anlamına da gelmeye başlamıştı. Ama klasik devirde reâyâ ve berâyâ gibi tabirlerle kastedilen vergi veren halktı. Askerî olma veya bu statüye geçiş bir padişah beratı ile mümkündü. Yani Osmanlı toplumunda kişinin statüsünü belirlemede padişah iradesi temel etkendi. Şehirliler ve köylüler diye de ayrılırdı. Şehirliler: Burada askerler, tacirler, esnaflar, seyyar satıcılar, seyyidler ve diğer ülkelerden Osmanlılara sığınan amanlar yaşardı. Şehirde yaşayan bu gruplar yönetim, adalet, eğitim, üretim, ticaret ve zanaat işlerine bakarak geçimlerini sağlarlardı. Köylüler: Osmanlı ekonomisinin temeli, tarıma dayalı olduğu için nüfusun büyük bir bölümü köyde yaşıyordu. Köylü, işlediği toprağa karşılık çift vergisi öderdi. Kanunların yükümlülükleri dışında köylüler hür ve bağımsızdı. Tımar beyleri, çiftçi aileleri, mukataa ya da kesim denilen işletme biçimiyle yer işleyenler, mülk sahipleri, müsellem ve muaflar köyde yaşayan toplumu oluşturmuşlardır. Köylüler de kendi arasında hür köylüler (reaya,). Esirlerden oluşan köleler ki bunlara kulluklar denirdi. Dilimizde çok yaygın olan “kulun kölen olayım” buradan gelmektedir diye düşünebiliriz. Bir de ortacı kulluklar (sahibinin malı) vardı. Bunlar serf tabir edilen toprak kölelerine benzemektedir.
1925 yılında kaleme alınan raporda Urfa Vilayeti Sağlık Müdürü Dr. Şerif Arif Bey’e kulak kesilelim:
“Urfa halkı umumiyetle refah ve saadetten mahrumdur. Servet pek sınırlı şahısların ve eşrafın elinde bulunduğundan köylü son derece fakirdir. Köylünün mesleği yoktur. Köylüler heyeti umumiyesiyle/tümüyle eşraf ve zenginlerin “ba tapu/tapulu malıdır.” Eşraftan en fakirinin üç köyü vardır. 30-40 köye sahip ve köyün bütün gelirlerini alma ve toplama hakkı zenginlere aittir. Köylü amele çalışır. Çalışmasının gelirinden ancak yaşamasını pek noksan olarak temin eden bir kısmını alabilir. Geriye kalan kısmı mal sahibi olan eşraf veya zengine aittir. Köylünün zaruretine çare olacak ziraat hali iptidaidir. Ziraat hali çok gelişmemiştir. Sanayi esasen geri kalmış bir haldedir. Bu nedenle fakir ve zaruretle kıt geçinen halk, hayatı boyunca muhtaçtır. Binaenaleyh vilayet ahalisinin geçim tarzı umumi şekildi iki kısma ayrılır. Bu her iki kısım arasında farkı kabul etmeyecek derecede ayrılık vardır. Zenginler et, yumurta, pirinç, sebze, tatlı, meyve, hamur işleri gibi en yararlı gıdalar yerler.
Yazın ipek, kışın yünden elde edilen elbiseler giydikleri halde zavallı halk yaz ve kış yağı alınmış ayran, bulgur ve saç ekmek ile yaşarlar. Kendi eliyle dokuduğu bezden mamul entari, don ve koyun derisinden mamul kürk giyerler. Zengin sınıf müstesna olduğu halde halkın %75’i beş senede ancak bir defa et yüzü görebilir. Köylü bütün yaz mesaisinden kendi hissesine ayrılan kısmın pek cüzi bir miktarını zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için satar. Geri kalan kısmını gelecek mahsule kadar iaşesini temin etmek üzere alıkoyar, saklar. Kasaba halkının gıdalarının en büyük kısmı çiğköfte tabir ettikleri kıyılmış çiğ et, çiğ bulgur, gayet bol kırmızıbiber, soğandan ibaret bir karışım teşkil eder.”
Urfa şehrinde gerçekten can yakıcı ve düşündürücü cümle; “Köylülerin hepsi köy ağasının tapulu malıdır.” Yemede ve giyimde ortak bir nokta yok. Beş yılda ancak bir sefer et yüzü gören insanın düştüğü hali insan düşünmek istemiyor. Bu durumda kendi elleriyle dokuduğu bezden giyim ve kuşamını sağlıyor. Çok sınırlı olan gıdasının bir kısmını yemeyerek diğer ihtiyaçlarını karşılamak için satıyor. Bütün yıl değil, bütün yılları içerisine alacak biçimde köylü yoksul. Cumhuriyet hükümetleri ülkede toprak reformunu yapamamasının nedenlerinden biri de toprağın bir elde toplanmasıydı.
Sürgünler, hür köylü ile kulluklar arasında bir statüdeydi. Osmanlı devletinde XVI. yüzyılda nüfusun takriben yüzde 15-20 kadarının kent ve kasabalarda yaşadığı tahmin edilebilir. Bu nüfusun da yüzde 35 kadarını Gayri Müslimler oluşturmaktaydı. Osmanlı toplumunun ana karakteri tarım toplumu oluşudur. Bu itibarla nüfusun ezici çoğunluğunu köylü-çiftçiler ve kulluklar oluşturmaktaydı. Bir de göçebeler vardı. Göçebeler (Konargöçerler): Sürekli yer değiştiren göçebeler hayvancılıkla uğraşırlardı. Osmanlı fetih hareketlerine paralel olarak bu konar-göçer aşiretlerin büyük bir kısmının yeni fethedilen yerlere yerleştirilmesi, buraların Türkleşmesinde etkili olmuştu. Göçebeler, devlete ağnam vergisi yanında kullandıkları otlak, kışlak ve yaylaklar için de vergi ödemişlerdir.
Orta çağ Avrupa’sının sınıflı toplumlarında ve Hindistan’daki “Kast” teşkilatının katı sınıfsal yapısında dikey hareketlilik yoktur. Çünkü buralardaki sınıflar kan bağına dayanmaktaydı. Örneğin; baron, dük, kont, lord olabilmenin şartı bu kimselerin soyundan gelmesi gerekirdi. Türklerde böyle kan yoluyla soyluluk sınıflandırılması yoktu. Olmadı da. Bu anlayışla ırkçılık Türklerde değil, Osmanlı Devleti’nde Türk olmayan unsurlarda ortay çıktı. Hala da ırkçılık adına bölücü terör devam ettirilmektedir. İslamiyet’in reddetmesine rağmen Arap geleneğindeki uygulamaya bir de dini gerekçe uydurularak Hz. Muhammed soyundan gelenlere seyitlik ve şeriflik verildi. Bu statüyü Osmanlılar korudular. Bunun dışında irsî bir soyluluk yoktu. Türkiye Cumhuriyeti bunu kaldırdı ancak bazı bölgelerde bu anlayış örfi olarak devam etmektedir.
Yukarıda köle, serf ve köylünün insani durumunu kısaca gördük.
İktisadi eşitlik açısından Kayseri örneği konunun anlaşılası için yeterlidir: Ziraat Bankasının bir şubesinin de Kayseri’de açılması için büyük gayretler gösterilmiştir. Osmanlı nüfusunun %80 ‘i köylüydü. Osmanlı bir köylü toplumuydu. Erciyes Gazetesi’nde bankanın açılmasının gerekliliği üzerine yazı metni şöyledir: “Köylüde para olmadığı için demirini, çiftini zahire/buğda, arpa ve çavdar karşılığı yaptırmaktadır. Köy imamını bile zahire karşılığı tutar. Elbisesini tohumluk buğday karşılığı üç, dört kat fazla fiyatla tedarik eder. Öküzü kazara ölürse yerine Celepçi’den parası üç, beş senede ödemek üzere anlaşma yapılır. Celepçi’nin insafına göre bir de “faiz” konur. Üç-dört yıl sonra ödenen para değer fiyatının üç –dört misli olur. Celepçi’ye para öderken köylünün çektiği zulümler! Celepçi paranın arkasını bitirmek istemez. Celepçi köye vardığında ne ikramlar! Atının arpasının yiyeceği bile köylüden çıkar. Bir de ticaret serbesttir denecektir. Ticaret serbest olmalıdır. Ancak insani, ahlaki ve hukuki olmalıdır. Köylü Ziraat Banka’sından %6 faizle para alırsa muhtekirlerin/vurguncuların elinden kurtulmuş olur.”
Kayseri’de II. Meşrutiyetle beraber siyasi eşitliği ellerine alan Gayri Müslim halk her bakımdan Türklerden iyi durumdaydılar. Türkler iktisadi bakımdan oldukça geriydiler. Askerlik 7 yıldı. Gayri Müslimler askerlik yapmıyorlardı. Avrupalı sömürgeci ülkeler okullar, hastaneler ve ticari şirketler yoluyla bunları taşeron olarak kullanarak zenginleştiriyorlardı. Dahası ayrılıkçı fikirleri yeni yetişen gençlere aşılıyorlardı. Osmanlı yabancı okullar ve ticaret yoluyla içten yıktırıldı. Kayseri’de her üç kişiden birisi Gayri Müslim’di. 1905-1906 yıllarında Ermeni Osmanlı yurttaşlarınca açılan “İpranosyalılar Mağazası” Kayserinin umum esnafını satışının yarısını yapıyordu. Sivas’ta da “Bon Marche” yani “İyi Çarşı”, “İyi Alışveriş Merkezi” de yaklaşık bu durumdaydı. Kayseri Mutasarrıfı Ahmet Muammer Bey Kayseri’de varlıklı Türk eşraf ve esnafını toplayarak bakkaliye, tuhafiye, yün ve halıcılık üzerine şirket kurması gerektiğini teşvik ediyordu. Bunun üzerine “Osmanlı İslam Suhulet Şirketi” kuruldu. “Suhulet Mağazası” açıldı. Şirket 10 kişiden Mahkeme Hanı’nda oluşturuldu. Şirkete üye olmak için Müslüman olmak şartı konuldu. Her hisse 20 Osmanlı lirasıydı. Fatura, tuhafiye, bakkaliye üzerinde çalışacaktı. Şirketin başındaki İslam sözü “ideolojik” anlamda ya da cemaatleşme olarak değil, “İslam dininin şirkete mâni olmadığını belirtmek, yastık altındaki maddi değerlerin şirket yoluyla iktisadi hayata katılması için kullanılıyordu.” İslam sözcüğü 1950’lardan sonra ideolojiye dönüştü, “Siyasal İslam” zihniyetiyle her şeyin başına İslam eklendi. İslam’da Cinsel Hayat adıyla kitaplar bile yayınlandı!
Dahası Anadolu’da eşkıya ve tefecilik çok yaygındı. Tefeciler, köylünün elinden malını yok fiyata alıp alnı terlemeden zengin olan asalak insanlardı. Köylü köyünde ağasından, şehirde tefeciden mağdurdu. Bugün ağalar ad değiştirdi ve tefecilik daha çok yaygınlaştı.
Atatürk, Türk köylüsünün ruh yüceliğini masa başında değil, harp meydanlarında tanımıştır. Atatürk’ün şu cümlelerini bütün köy odalarına ve muhtarlıklara ser levha yani baş üstü levha olarak asılması gerekir. “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylülerdir. O halde, herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanmış ve layık olan köylüdür. Diyebilirim ki, bugünkü felaket ve yoksulluğun tek sebebi bu gerçeği görememiş olmamızdır. Gerçekten, yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli taraflarına göndererek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp harcadığımız ve buna karşılık haysiyetini kırdığımız ve hor gördüğümüz, bunca fedakârlık ve iyiliklerine karşılık nankörlük, küstahlık, zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu ülkenin gerçek sahiplerinin huzurunda tam bir utanç ve saygı ile gerçek yerimizi alalım.”
Yine Askerlik hizmetinde eşitliksizlik konusu göz ardı edilmemelidir. Zaman zaman askerlik konusunda kanuni değişiklikler olsa da Cumhuriyete kadar köklü değişiklik olmamıştır.
Osmanlıda kimler askerlikten muaftı:
Osmanlı Devleti’nde mecburi askerlik hizmeti Sultan II. Mahmut zamanında getirildi. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından (1826) sonra Harbiye kuruldu (1834). Bu askeri okuldan mezun olan subayların yanı sıra orduda mektepli olmayanların yani Alaylıların da sayısı küçümsenmeyecek kadardı. İlk defa askere alınmaya muvazzaf askerlik dendi. Bu askerlik hizmeti altı yıldı ve ekseriya on yıla kadar uzanabiliyordu. Daha sonra 5 yıla düşürüldü. Yeniçeri ordusunun kaldırılmasından hemen sonra kurulan ordu için yalnız Anadolu ve Rumeli’nin Türk halkından Osmanlı ailesi erkekleri hariç asker alınmaktaydı. Bu da 4 ila 5 milyonluk Türk nüfusuna tekabül ediyordu. Müslüman olmayanlardan asker alınmadığı gibi, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Doğu Anadolu, Dersim ve havalisi, Doğu Karadeniz sahilleri, Arabistan yarımadası memleketleri ve Trablusgarp gibi Müslüman bölge halkından asker alınamıyordu. Daha sonra Bosna-Hersek ile Kozan’dan asker almak için teşebbüslere girişilmiş kısman de olsa başarılı olunmuştu.
Doğu Anadolu’da Gavurdağ, Akçadağ ve Dersim bölgeleri, Halep ve Güney Anadolu’nun bazı bölgeleri askere alınma çabalarına karşılık devamlı isyan halindeydi.
Askerlikten muaf olanların başında İstanbul ahalisi gelmekteydi. Başka yerde otursa bile İstanbul’da doğmuş olanlar askerlikten muaftı. -İstanbul’un nüfusu 1894 yılında toplam 1.030.234 idi. Ülkenin toplam nüfusu da 16.606.969’du.-
Bu durumu Hadika Gazetesi’nde yayımladığı “Müsavat/Eşitlik” başlıklı yazısında Namık Kemal, İstanbul halkı ile taşra halkı arasında mevcut bu eşitsizliğe dikkat çeker: «Şurasını da unutmayalım müsavatın en garip bir suretle fıkdanı/yokluğu, belirsizliği bizde görülüyor. Biz ki Müslümanlarız. Vatanımıza hem paramızla hem canımızla hizmet ederiz. Sair vatandaşlarımız ki, edyan-ı saire (/diğer dinlere sahip) ashabı /arkadaşları, bu hususta yalnız para sarf ederler. Acaba bize kavaslık (oklu askerlik) onlara köşe sarraflığı divan-ı kudretten tevcih (lütfedilmiş) olunmuş bir hizmet midir? Biz İstanbullularız, asker vermeyiz, vergi vermeyiz; fakat mesela içtiğimiz tütün reji altına alınır. Sair vatandaşlarımız ki vergi verirler, asker verirler.”
“Biz İstemesek Zelil Olmazdık” başlıklı yazısında da Namık Kemal, «İstanbul ahalisiyiz; bu meskenette, bu hizmetkârlık iptilasında devam ettikçe adeta vatanımızın kalbindeki cerihalardan peyda olmuş kurt hükmünde kalacağız. Canlarıyla vatanı koruyanların yüzüne ne yüzle bakacağız! Hiç olmazsa tırnaklarıyla yer kazıp verdikleri tekâlif /vergi sayesinde bin türlü nimete müstağrak/layık olduğumuz köylülerden utanalım.” demek suretiyle askerliğin ve verginin köylünün sırtında olduğunu anlatmaktadır.
1909’dan sonra devlet, İstanbul doğumlu olup Galata, Eyüp ve Üsküdar’da yaşayan ve Müslüman olmayanların askere alınmalarını zorunlu hale getirdi. Sonra din ve mezhep farkı gözetmeksizin çekilecek kur’a neticesinde askere alınacak erlerin mızıka ve sanayi birliklerinde çalıştırılması uygun görüldü.
1894 yılında Hicazın toplam nüfusu 3.750.000 idi. Çok azı istisna olmak üzere Hicaz’da doğanlar da askerlikten muaftı.
Arap Bedevileri, Girit ahalisi ve Arnavutlar, Suriye’nin bir kısmı, Doğu Anadolu’nun bazı vilayetleri bir kısmı askerlikten muaftı. Alınmak istendiğinde isyanlarla karşı konulduğu için vazgeçildi.
Ülkenin birçok yöresinde nüfusa kayıtlı olmayan aşiretler ve özellikle de Irak topraklarında nüfusa kayıtlı olmayan aşiretlerin çoğu askere gitmiyordu. Kayıtlı olanların da firar etmeleri nedeniyle aşiretler içerisinde gönüllü birlikler oluşturuluyordu. Müslüman olup göçebe halde yaşadıkları için askere alınamayan Kürt aşiret ve kabilelerin iskân edilerek asker alınmasını Said Paşa teklif etti. II. Abdülhamit ülkede huzur ve sükûn istediği için isyanlar istemiyordu. Doğu Anadolu’da aşiretlerin iskân meselesine gerek kalmadan Hamidiye Süvari Alayları kuruldu. Aşiret ağalarına maaş, rütbe ve nişan verilmek suretiyle komutan tayin edildi ve subaylık verildi. Alay haline gelen aşiretler vergiden muaf tutuldu.
Tanzimat Fermanıyla kabul edilen önemli maddelerden birisi de Müslüman olmayan tebaanın askere alınmasıydı. Mecliste Gayrimüslimlerin askere alınmaları uzun tartışmalardan sonra askerlik hizmeti yerine nakdi/para bedeli Islahat Fermanıyla kabul edildi. Gayrimüslim olmasına rağmen, sahilde yerleşik olan Rumların Osmanlı donanmasında kullanılmaları kabul edildi.
Osmanlı da bedelli askerlik sadece Müslüman olmayanlar için değil, Müslüman olanlar için de geçerliydi. 1846’da zengin Müslüman ya yerine birini buluyor ya da 50 altın vererek muaf oluyordu. Eğer yine kurâ yani çağrılıma olursa en yakın istediği askeri birlikte 5 ay eğitim görmek şartıyla 50 altın yine vererek muaf oluyordu. Müslüman zenginlerin ödediği altınları muvazzaflık hizmetinden kurtulmak içindi.
Haziran 1856’da bedelli askerlik vergisi resmen yürürlüğe girdiğinde Gayrimüslimler 65 altın verip Müslümanlar gibi 5 yıl değil de 60 yıl askerlikten muaf oluyordu. Borçlarını da Müslümanlar gibi peşin değil, taksitler halinde ödüyordu. 1884 yılında Osmanlı Ülkesinde Gayri Müslimlerin toplam nüfus 4.533.507’idi. Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin, İttihat ve Terakki Partisini en sert eleştiriye tabi tuttuğu nokta; “Türkçülüğü benimseyen bir parti nasıl olur da vatanın savunmasında cepheye sadece Türklerin gönderilmesini ister. Bunda amaç, Türklüğe hizmet değil, Türklerin yok edilmesidir.”
Yeri gelmişken şu eleştirimi yapmama müsaade ediniz. Bağımsızlığını kazanmış, muasır medeniyeti geçmeyi kendine hedef yapmış bir ülkenin gençleri, üniversitelileri ne yazık ki siyasiler ve sözde aydınlar tarafından hedef tahtası yapılmıştır. 1980 öncesi NATO’nun yeşil kuşak ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin sıcak denizlere inme projelerini gerçekleştirme uğruna her biri ülkemiz için altın değerinde olan gençlerimizi sağcılık ve solculuk adı altında ideoloji zehriyle uyutarak birbirine kırdıranların bu millete hizmet değil, ihanet ettiklerini düşünüyoruz.
Balkan savaşlarında üst üste alınan yenilgilerde askere büyük ihtiyaç duyuldu. İttihat ve Terakki 1909 yılında çıkardığı Ahz-ı Asker (Asker Alma) kanununu gereğince gayrimüslimlerin de askerlik yapması zorunlu hale getirdi. Çanakkale cephesinde Rum, Musevi, Ermeni, Keldani, Yezidi ve Nusayri gibi gayrimüslimler geri hizmetlerde yazışma, terzilik ve marangozluk gibi işlerinde görevlendirilmek üzere askere alındı. Birinci Dünya Savaşı’na kadar İslam olanlarla olmayanlar yan yana askerlik yaptılar. Kayseri de askerlik dairesi önünde 1888-1889 doğumlu Hıristiyan gençlerin İstanbul’a askerlik sevki için Hükümet ve Askerlik Dairelerinin önünde bir tören yapıldı. Törende Ermeni Cemaati Papaz Eristakis ve Muallim Menyas efendiler birer konuşma yaptılar. Kendilerinin böyle vatan savunmasında görev almalarını tebrikle karşıladıklarını, bu kutsal görevde üzerlerine düşeni halis niyetle ifa etmeleri gerektiğini belirttiler. Sonra dua edildi. “Yaşasın Osmanlı Ordusu” sözleri ve dualarla askere uğurlandılar. Osmanlı ordusunda artık Ermeni, Yahudi, Rum onbaşılar, çavuşlar görev yapıyordu. 1886’dan beri de Osmanlı askeri okullarından mezun olan gayrimüslimler orduda görev yapmaktaydı. Asker ihtiyacının azımsanmayacak kadarı gayrimüslimlerden sağlanmaktaydı. Birinci Cihan Savaşından sonra İngilizlerin isteğiyle ordudaki tüm gayrimüslimler terhis edildi.
Askerlikten muaf olan kesimlerden birisi de medrese âlimleri ve öğrencileriydi. Sadece II. Meşrutiyet öncesinde İstanbul medreselerinde yaklaşık 25 bin öğrenci vardı. Trabzon’un Of ilçesinde de 70 medrese vardı ve askerlik çağında hemen herkes bu medreselere kayıtlıydı.
Kayseri merkezde 1910’da 30 medresede 2000 öğrenci eğitime devam ediyordu. Anadolu’daki medreselerin çoğalmasının temel nedeni askere gitmeme isteğiydi. Büyük illerde bulunan idadiler/liselere bakınca bu mekteplerin öğrencileri hemen tümü vatan savunmasında yer aldığını görüyoruz. Kayseri Sultanisi/Lisesi öğrencilerinin son sınıfta bulunanların çoğunluğu Sakarya cephesinde askerlik görevlerini yaptıkları için mezun vermemiştir. Öte yandan askere gitmek istemeyenlerin bir kısmı medreselere kaydoluyor, sekiz yıllık medreseyi on sekiz yıla çıkaranlar oluyordu. Çoğu sene de eğitime devam etmiyordu. Medrese idaresinden bir şekilde aldığı tasdikli öğrenci belgesini askerlik şubesine ibraz etmek suretiyle askerlikten muaf oluyordu. Balkan Harbi sırasında İstanbul’da bulunan 180 medresede eğitime ara verildi. Balkan harbinde gönüllü olarak askere yazılan medrese öğrencileri de vardı.
Yine Osmanlı’da kadılar, müderrisler, imamlar, müezzinler, tekke şeyhleri, muayyen derslerini vermek şartıyla medrese talebesi, Kâbe-i Muazzama, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa hademesi, Peygamber kabirlerinin türbedarları, bizzat padişah hizmetinde on dört sene bulunanlar, mızıka-ı hümayun üyeleri ve hademesi askerlikten muaftı.
Devlet memurları da askerlik hizmetinden muaftı.
Hekim, baytar ve eczacı gibi sağlık memurları askerliği kıtada görev yaparak yerine getiriyorlardı.
1909’da rediflik kaldırıldı. Müslüman-Gayrimüslim herkes için mecburî askerlik getirildi. Askerlik müddeti 3, bahriyede 5 sene oldu. Liseden yukarı tahsili bulunanlar ihtiyat zâbiti (yedek subay) edildi. Ancak uzun süren harpler halkı bezdirmiş; son asırda askere gitmek kaçınılması gereken bir eziyet olarak görüldüğünden asker kaçaklarının sayısı artmıştı.
1921 Yunan Harbi’nde bile binlerce asker kaçağı sebebiyle İstiklâl Mahkemeleri kurulmuş, çok sayıda kaçak ve yatakçısı ağır cezalandırılmıştı. Askerlikten muaf olanların, alınamayanların ya da kaçakların kimler olduğunu gördük. Esasen, bu kesimlerle ilgili vermeye çalıştığımız bu bilgiler, bir yolunu bulup özellikle her şeyin üstünde tuttuğumuz vatan görevinden kaçan kesimler hakkında da önemli ipuçları vermektedir. Ziya Paşa vatani görevini seve seve yapan ve bunu bir şeref sayan vatan evlatlarının, “Sabansız köylü, çıplak asker, ağır vergiden küçülmüş ve insansız kalmış köylü” olduklarını söyler.
Vehbi Koç da savaş yıllarında halkın eşitliksiz durumunu şöyle tasvir eder: “Ankara halkının çoğu Müslüman Türklerdi. Bir de Hıristiyanlar ve Museviler vardı. Hıristiyanlar çalışırlar, kazanırlardı. İyi yer, içer, eğlenirler; güzel evlerde otururlardı. Pazarları hafta tatili yaparlardı. Türkler de çoğunlukla ya hoca ya bakkal ya bekçi ya da ambarcı olurlardı. Hıristiyanlar askere alınmazlar, bedel öderlerdi. Askere gitmediklerinden daha rahatça iş yapma, dükkân açma olanağı bulurlardı. Türk’ün ise tükenmek bilmeyen bir görevi vardı; Kur’a, ihtiyat, redif denilen, sonu gelmeyen askerlik hizmeti ve bu hizmet sırasında açlıktan, sefaletten veya düşmanla çarpışırken ölmek. İşte Ankara’nın hali bu, Türkiye’nin hali buydu.”
Köylerde hububat türünden ürünler yetiştiren Türklerdi. Mesela Rumeli’de bağcılık ve ipek böcekçiliği ve tütün ticareti gibi işlerden çok uzaktılar. Ziraat ürünlerinin pazarlamasını ise Rumlar yapıyordu. Bu şekilde zenginleşen yerli Hristiyanlara Çorbacı, ecnebilere ise Çelebi adı verilirdi. Türkler ne zenaat sahibiydi ne de servet… Ziraat dışında yaptıkları hamallık, amelelik, arabacılık, nalbantlık ve saraçlıktır. Bir zanaat sahibi olanları binde bir denecek kadar azdı. Kasaba ve şehirlerde Avrupa mallarını satanlar, yani manifaturacı, bezzaz/bez alıp satan, camcı, hırdavatçı, kırtasiyeci ve diğer bütün esnaflık başta Ermeniler olmak üzere Yahudilerin ve Rumların işiydi. Büyük ithalatçılığı da Ermeni, Yahudi ve Rumlar yapıyorlardı. Sanatkârlar da büyük ölçüde onlardandı. Demircilik Ermenilerin, mandıracılık Yahudilerin işiydi. Yine özellikle altın, elmas ve gümüş işlemeciliği Musevi ve Süryaniler, kalaycılık, bakırcılık, ahşap işçiliği Gürcüler, taş duvar ustalığı, değirmencilik ve fırıncılık Ermeniler tarafından icra edilmekteydi. Sağlık da onların elindeydi. Osmanlı’da hastane, eczane ve dispanserler yalnız büyük kentlerde özellikle İstanbul’da toplanmıştı. Eczacılık hemen hemen tümüyle yabancı/ ecnebi uyruklu veya Gayr-i Müslim olan kişilerin tekelinde bulunuyordu. Türk eczacılar ancak 1900’lü yıllardan itibaren bu alanda varlıklarını göstermeye başlamışlardı. 20. yüzyılın başlarında İstanbul’da yaklaşık 220 özel eczaneden yalnızca 10’nun sahibi Türk’tü. Eczacılık, hekimlik bilhassa dişçilik ve büyük şehirlerde berberlik, değirmencilik, kunduracılık, balıkçılık, sarraflık ve bankacılık dahi Rumların ve Ermenilerin ellerindeydi. Hâsılı nerede kolay ve bol para kazanılırsa, oraları onlar tutmuşlardı. Hıristiyanlar askerlik müddetince senede yedi buçuk kuruş vergi verirler, dükkân açar, mağaza işletir, sanat sahibi olurlar, faizcilik yaparlardı ve bir ifadeye göre refah ve saadet içinde güzel konaklarda, köşklerde, mevsimine göre yazlık ve kışlık evlerde otururlardı. Acı ve gurbetten uzak oldukları için ağıt yakacak acılı hayatları yoktu. Ticari hayata hâkim olan azınlıklardan Erzurum, Kayseri ve Vanlı Ermeniler, bütün Osmanlı Ülkesinde ticarethaneler, binalar, hanlar, apartmanlar ve geniş araziler elde etmekteydiler. Türkler kalem efendiliğine taliplerdi. Ticaret, sanayi ve esnaflık işlerine hakaretle, en azından yüz buruşturarak bakarlardı. Dünyaya bu gözle bakmalarının altında elbette bir neden vardı. Halkın arasında dolaşan dünya anlayışına neden şu zihniyetti; “Dünyasını seven Ahiretten olur. Allah sevdiği kuluna dünyalık vermez. Cennet yolu viranelikten geçer. Dünya Hıristiyanların, Ahiret İslamların. Medeniyet dediğin bina ile zinadır. Müslüman ya illetten ya kılletten (kıtlık, azlık), ya zilletten hali olmaz. Halk, bu kadar umutsuzluğa rağmen sonra da kurtuluş için sorumluluğu geleceğe ve başkasına ait kılarak kurtarıcı mehdi, Mesih ya da müceddid bekler!
Atatürk, bu olumsuz zihniyete rağmen Anadolu’nun yurt edinilmesi durumunu şöyle izah eder. “Milletimiz çok büyük acılar, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bütün olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa bunun temel sebebi şunlardır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı, biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık. Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür.”
Yukarıda çok çeşitli eşitliksizliği ve askerlikten muaf olanları gördük. Şimdi şu soruları sormama müsaade edin. Yüzyıllarca bu kadar rahatlık içerisinde yaşadıkları halde askerlik sanatını bilmedikleri halde nasıl oldu da Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Bedevi Araplar ve Kürt aşiretlerinin bir kısmı Rus, İngiliz, Fransız gibi sömürgeci güçlerle iş birliği yaparak, çeteler oluşturarak, isyanlar çıkararak yurttaşı oldukları kendi devletleriyle savaştılar?
Yine madem, askere gitmedikleri halde bu kadar çeteciydiler vatanlarını, canlarını, mallarını ve namuslarını korumak için canlarını feda eden Türklere yardım edecekleri yerde, neden ihanet ettiler?
Eşitlik insanlığın ülküsü ve rüyasıdır. Bu rüyamızın gerçekleşmesinde hiç de küçümsenmeyecek gelişmeyi sağlayan en büyük paye ve takdir Türkiye Cumhuriyeti Devletine ve yurttaşlarına aittir. Yaşasın Cumhuriyet bin yaşa…….
Kaynakça
Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İstanbul,1990.
Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi, Atatürk Kültür, Dil ve tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu yayınları, IV cilt, s.373. Cilt II., s.1160-166. Cilt III, 180- 183.
İlhan Sungu, Tanzimat ve Yeni Osmanlılar, Tanzimat, cilt 2, s. 799-798. Kemal Karpat, 1830- 1914 Osmanlı Nüfusu, Çeviri, Bahar Tırnakcı, İstanbul-2003.
Mustafa Ergün, II. Meşrutiyet Döneminde Medreselerin Durumu ve Islah Çalışmaları.
Ernest von Aster, Fransız İhtilali’nin Siyasi ve Sosyal Fikirleri, Yayına hazırlayan Şennul Şenel, Phenix yayınları, Ankara, 2004.
Mehmet Arslan, Birinci Dünya Harbinde Çanakkale Cephesine Asker Alım İşlemleri ve Askerlerin Cepheye İntikalleri, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, Yıl 13, Bahar-2005, Sayı 18.
Samet Altıntaş, Osmanlı Toplumu Zorunlu Askerliğe Uzun Süre Direndi, 24 Kasım Pazar. 2013, Zaman Gazetesi.
Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, İkinci Baskı, Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara,2005, s. 399.
Zübeyir Kars (Saltuklu), Ankara’nın Başkent Olduğu Yıllardaki Eğitim, Sağlık ve Sosyal Durumu Üstüne. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt XX, Sayı58, Mart-2004.
Zübeyir Kars (Saltuklu), Millî Mücadele’de Kayseri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara- 1998
Zübeyir Kars (Saltuklu), Kayseri ve Sivas’ın Çağdaşlaşmasında Vali Ahmet Muammer Bey, Erzurum-2008.
Dr. Şefik Arif, Türkiye’nin Sıhhi-i İçtimai Coğrafyası, Urfa vilayeti, İstanbul, Kâğıtçılık ve Matbaacılık Anonim Şirketi, 1342/1925, s. 11- 43.
J. J. Rousseau. İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı. Çeviren Rasih Nuri İleri, Say, 1982, İstanbul.
Zübeyir Saltuklu, Cumhuriyetin Nezafeti, Fenomen Yayınları, İkinci Baskı, 2024, Erzurum.
İsmet Zeki Eyuboğlu, Türk Dili Etimoloji Sözlüğü. Sosyal Yayınları, 1995, İstanbul, ;
https://www.doguturk.com/osmanli-devletinde-kimler-askerlikten-muafti-makale,2505.html
https://www.doguturk.com/hurriyet-esitlik-ve-kardeslik-makale,5567.html
https://www.doguturk.com/kolelik-kulluk-serflik-ve-koyluluk-uzerine-makale,5625.html
https://www.doguturk.com/hegele-gore-doguda-kim-hurdur-makale,4721.html
8 yorum
Herkesin okuması üzerinde uzun uzun durulması gereken mükemmel yazı
Hocam teşekürler sayenizde bilğilendim.
Yazarı tebrik ediyorumHer paragrafı ayrı bir güzel ….
Bu paragraf ise krallar kralı ……
Askerlikten muaf olan kesimlerden birisi de medrese âlimleri ve öğrencileriydi. Sadece II. Meşrutiyet öncesinde İstanbul medreselerinde yaklaşık 25 bin öğrenci vardı. Trabzon’un Of ilçesinde de 70 medrese vardı ve askerlik çağında hemen herkes bu medreselere kayıtlıydı. Daha o yıllarda bazı alimler ilkçağdaki basit geometriden, fizik yasalarından …. Dahi habersizdi…
“Kayseri merkezde 1910’da 30 medresede 2000 öğrenci eğitime devam ediyordu. Anadolu’daki medreselerin çoğalmasının temel nedeni askere gitmeme isteğiydi. Büyük illerde bulunan idadiler/liselere bakınca bu mekteplerin öğrencileri hemen tümü vatan savunmasında yer aldığını görüyoruz. Kayseri Sultanisi/Lisesi öğrencilerinin son sınıfta bulunanların çoğunluğu Sakarya cephesinde askerlik görevlerini yaptıkları için mezun vermemiştir. Öte yandan askere gitmek istemeyenlerin bir kısmı medreselere kaydoluyor, sekiz yıllık medreseyi on sekiz yıla çıkaranlar oluyordu. Çoğu sene de eğitime devam etmiyordu. Medrese idaresinden bir şekilde aldığı tasdikli öğrenci belgesini askerlik şubesine ibraz etmek suretiyle askerlikten muaf oluyordu. Balkan Harbi sırasında İstanbul’da bulunan 180 medresede eğitime ara verildi. Balkan harbinde gönüllü olarak askere yazılan medrese öğrencileri de vardı.
Yine Osmanlı’da kadılar, müderrisler, imamlar, müezzinler, tekke şeyhleri, muayyen derslerini vermek şartıyla medrese talebesi, Kâbe-i Muazzama, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa hademesi, Peygamber kabirlerinin türbedarları, bizzat padişah hizmetinde on dört sene bulunanlar, mızıka-ı hümayun üyeleri ve hademesi askerlikten muaftı…”
Teşekkürler sayın hocam. Harika bir yazıydı. Emeğinize, yüreğinize sağlık.
Jinekoloji ve obstetrinin derinlemesine bilginiz dışında kalacağını bilmelisiniz. Bu yüzden insanların jinekolojik ve obstetrik davranışlarını tam anlamıyla değerlendirme şansınız yoktur. Bu alanda bizim gibi uzmanlar kadar bilgi sahibi olmanız mümkün değil. Ancak, burada göz ardı ettiğiniz ve bilmediğiniz bir kavramı vurgulamak istiyorum: İnsanlar eşit ve masum doğmazlar. Masum doğanların sayısı oldukça azdır ve sonradan zalim olmazlar. Ana rahminde kötü muameleye maruz kalan insanların (fetusların) alt beyinleri ve alt benlikleri daha fazla gelişir ve bu da onların doğal yetenekleri haline gelir.
Alt beyni baskın hale gelmiş bireyler, cimrilik, zalimlik, savaşma, kaçma, cinsellik, yeme içme, kıskançlık, öfke ve haset gibi eğilimlere daha yatkın olurlar. Bir insanın ana rahminde, yani “kor halinde”yken zarar görmemesi gerekir. Eğer bir rahim sorunluysa – ur, polip, yaşlılık, varis, yorgunluk, anomaliler, enfeksiyonlar, darlık veya yırtık gibi – içinde gelişen fetus da kaçınılmaz olarak etkilenir ve bu evrensel bir gerçektir.
Eğer doğduğunuz rahim bu tür sorunlarla doluysa ve bu yetmezmiş gibi, rahim içinde kansızlık, hipoksi, mekonyum, yüksek şeker ya da tansiyon gibi olumsuzluklara maruz kaldıysanız, eşit bir başlangıç yapmanız imkansız hale gelir. Bu durum, sizin dünyanızda ve anlayışınızda eşitlik kavramının var olmasını engeller. Eşitsizlik, zalimlik, zorbalık, açgözlülük, aşırılık, savaşma, saldırma, empati eksikliği ve umursamazlık gibi davranışlar baskın hale gelir. Çünkü sesinizi çıkaramadığınız dönemde, mutlak bağımlı olduğunuz ana rahminde kötü muameleye maruz kalmak, sizin doğal bir yeteneğiniz haline gelir.
İlerlemek ve daha kaliteli bireyler yetiştirmek için, adalet ve eşitliğe ulaşmak, zalimlikten kaçınmak için gebelik dönemine büyük önem vermek zorunludur. 10/5/2 kuralı bu nedenle hayati öneme sahiptir. Eğer bu gerçeği göz ardı ediyor ve gebeliğin bu süreçle alakasını reddediyorsanız, aslında kötü muameleye maruz kalmış ve bu bilgiye sahip olmanın yetersizliğini gizlemeye çalışıyorsunuz demektir.
Muhterem Hocamı bu araştırmasından dolayı can u gönülden tebrik ediyorum. Kaleminiz kavi olsun Muhterem Hocam. Bir başka yazınızda da bütün bu eşitsizlikler günümüze yansımaları ve bunlara çözüm önerilerinizin pek kıymetli olduğu düşüncesindeyim. Saygılar…
Herkesin herşeyi bildiğini zannettiği bu dönemde bu doğru cümlelerin geniş kitlelere ulaştırılması anlatılması gerekmektedir sayın hocam güzel tespitlerle dolu anlamlı yazınız için size teşekkürlerimi sunuyorum
Değerli hocam yine çok şey öğrettiniz sizi dinleyenlere ve okuyanlara…