Başlığımız, “din”in insan hayatında nereye tekabül ettiği meselesiyle yakından ilintili bir sorundur. Dolayısıyla bu yazıda, postmodern zamanlarda dinin kategorik olarak kapsamının ne olduğu sorusunu da burada cevaplamaya çalışacağız.
Lezsek Kolakowski, “Modernliğin Sonsuz Duruşması”nda “din eskiden şamil-i mutlak bir kategori idi” demektedir. Bu söz, pre-modern dönemde dinin her şeyin kendisine bağlı olduğu genel geçer bir kategori olarak konumunu ifade etmektedir. Modern zamanlara geldikçe, diğer birçok alan dinden boşandırılınca din sınırlı bir alan içerisinde tanımlanmaya başlandı. Modern zamanların başlangıcından itibaren “din”deki bu alan gerilemesi farklı felsefi ve düşünsel katkılarla bugüne gelmiştir. Charles Taylor da, söz gelimi 15. yüzyılda neredeyse dine aidiyeti olmayan bir insan düşünülemezken, “bugün din niçin alternatiflerden bir alternatif haline gelmiştir” diye sorarken bu sürece atıfta bulunmaktadır.
Descartes “cogito” ile kurduğu sistemde, Tanrıyı sadece sistemin garantörü olarak işlevselleştirmişti. Bir matematikçi ve felsefeci olarak Descartes, Tanrı ile insanın egemenlik alanlarını birbirinden ayırmıştı ki, Tanrının yeryüzü egemenliği böylece sonlanmaktaydı. Spinoza, Tanrıyı yeryüzüne indirirken, buradaki geometrik düzlem içinde yeniden tanımladı. Daha sonraki gelişen düşünceler dinle ilgili iki hususu özellikle belirgin kılmıştır. Birincisi, insan için yeryüzü merkeze alınarak aşama aşama ahiret flulaşmış, ahiret ve Tanrı meselesi dine bırakılmış, dolayısıyla dini alanın daralması iyice belirginleşmiştir. İkincisi, özellikle aydınlanma ile birlikte insan yetkinliğinin en önemli aracı olarak akıl öne çıkarılırken, din de irrasyonel alanla özdeş bir şekilde tanımlanmıştır. Böylece din; gizemli, mistik, açıklanamayan her şeyin, kısacası irrasyonalitenin adresi haline gelmiştir. Üçüncüsü, bilhassa ilerleme düşüncesi ile birlikte insanlığın sürekli ilerlediği, giderek yetkinliğini eline aldığı, artık Tanrı ve vahye ihtiyacı kalmadığı şeklindeki aydınlanma felsefesi belirginlik kazanmıştır. Comte, insanlığın üç aşamadan geçtiğini, teolojik ve metafizik aşamalardan sonra şu anda pozitif safhaya ulaşıldığını söylerken bu mentaliteden beslenmiştir.
Modern zamanlarda Tanrı-insan ilişkisi açısından önemli gelişmeler yaşanmıştır. Kant, aydınlanma fikrini öne sürerken temelde önemli bir sorunu zihnin arka planında tutmaktaydı. Bu da, Tanrıya olan güvenin giderek insanın kendi imkan ve potansiyellerinde bir daralma ve kısıtlamayı beraberinde getirmesiydi. Zira, insan kendi imkan ve potansiyellerine güvenmeyip Tanrıya sırtını dayadıkça güçsüzleşmekteydi. Tam da bu sebeple aydınlanma, insanın ergin olmayış durumundan kurtularak kendisine olan güvenini ifade etmekteydi. Karl Marx da bunu “insan Tanrıya ne kadar çok şey verirse kendisine o kadar az şey kalır” şeklindeki ifadesiyle insanın kendisine ve emeğine yabancılaşması üzerinden ifade etmekteydi.
Aslında Kant ve Marx’ın endişelerine belirli ölçülerde katılmamak mümkün değil. Gerçekten Tanrıya sırtını yaslayarak imkan ve potansiyellerini farketmeden yaşamak, kesinlikle dinin de istediği bir durum değildir. Aslında bu Tanrıya güvenin değil, Tanrıyı kendi işine memur etmenin bir diğer adıdır. İslam dünyasının bugün çektiği problemlerin kaynağı da burasıdır. Marx da benzer endişeleri anlatmaktaydı; İslam dünyasında emek ve yabancılaşma gereken ilgiyi hiç görmedi. Fakat Kant ve Marx’ın yaklaşımlarındaki problemli nokta, insanın giderek Tanrıdan kopuşunu getirmesidir. İnsan, kendi imkan ve potansiyellerini keşfedecek ve genişletecek; ancak sınırlı ve fani bir varlık olarak insan, mutlaktan koparak mutlaklık iddia etmeyecektir. İnsanın mutlak bir varlıktan kopuşu da onun yoldan çıkmasını sonuçlamıştır ki mutlaklık iddiası bir haddini bilmezliktir.
Burada ince bir çizgiyi ayırt etmeliyiz. Tanrı tabiat, dünya ve insana ilke ve kurallar yerleştirmiştir. Söz gelimi, bir meyve ağacı nasıl bir yerde yetiştirilir? Nasıl verimli olur? Bunun bilgisini Kur’an’a sorup bekleyenler cevap alamayacaklardır. Bunun cevabı Tanrının tabiat ve dünyaya koyduğu kurallardadır; bilim yapıp bulacaksın. Fakat bu ağacın, dolayısıyla giderek insanın, dünyanın ve tabiatın Tanrı ile ilişkisini koparırsanız, o ağacın varlık dünyası içerisindeki anlamını, insanın o ağaç ve tabiat ile irtibat biçimini kaybedersiniz ve nihayetinde kapitalist amaçlarınız için o ağacı kullanır ve dünyaya da o gözle bakarsınız.
Bu perspektifi koruduğunuzda, bütün varlık dünyası Tanrı ile direkt irtibatlı hale gelir. Dolayısıyla “Tanrı” diye bir varlıktan bahsediyorsanız, bu kavramın gerekliliğinin bir kapsayıcılık olduğunu öncelikle belirlemeliyiz. “Ben bu işi yaparım ve Tanrıyı da ilgilendirmez” diyebilmek için önce mutlak bir varlık olmak gerek. Kendisini bütünüyle ya da parça halinde Tanrıdan istisna etmek isteyenler, Kur’an’ın çokça dikkat çektiği istiğna ile hareket etmektedirler. Ancak insanın istisna / istiğna edebilecek bir konumu yok.